28 Kasım 2015 Cumartesi

ne izledim?

Şimdi size bilgisayarımla savaş vererek ne izledim yazısı yazacağım. Biraz birikti çünkü. Ve hiç birini kaçırmak istemiyorum çünkü hayatımda bu kadar izlediğim bir dönem hiç olmadı. Bir önceki yazıda Guguk Kuşu'nu baştan savma yazmayacağıma dair bir şeyler gevelenmiştim ama galiba öyle olmayacak, baştansavma olmayan film yazıları yazamıyorum.

Öncelikle şunu söylemek zorundayım, delişmen bir Jack Nicholson'a bu filmle aşık olabilirsiniz. Yine ders kapsamında izlediğimiz çok keyifli bir filmdi Guguk Kuşu. Deli nedir, kimdir, kime denir bir kere, önce bu soruyu soruyorsunuz kendinize. Toplum nedir? Norm nedir ve normal nedir? Peki normal dışı nedir? Normal dışı olarak nitelenenin otoriteyle ilişkisi nedir? Otorite normal dışı olarak nitelenene nasıl davranır ve aslında nasıl davranmalıdır? İzlerken kendime sorduğum en temel sorular bunlardı, bunların cevaplarını burada vermeyeceğim. Herkesin kendi cevaplarını bulması gerektiğine inandığımdan değil sadece, benim cevaplarımı hepinizin halihazırda biliyor olduğunuzu bildiğimden ve bir noktada sizleri ne kadar ilgilendirdiğine emin olamadığımdan. Film 1975 yapımı, yönetmen Milos Forman, imdb puanı 8.7.

İzlediğim ikinci film, Pierrot le fou. Yalnız bu filmden çok fazla bahsedemeyeceğim çünkü gerçekten çok parça parça izledim ve belki de hiç anlamadım. Tamamen gördüğünüz ss dahilinde indirdim filmi bir de Vivre sa vie'den referans alarak. Çok daha hareketli bir filmdi, sahneler arasında ilginç geçişler vardı. Güzel tespitler de vardı. Yani aslında filmde biraz kapitalizm biraz da kapitalizm doğrultusunda içi boşalan ve tektipleşen insan gördüm görmedim değil, onun dışında kadınla erkeğin dünyayı görüşü arasındaki fark. Ama işte filmin finali ortalığı yıktı dağıttı bence. 1965 yapımı film, yönetmen Jean- Luc Godard, imdb puanı 7.7. Anna Karina yine ölmesini isteyeceğim kadar güzel. 

Üçüncü film You Don't Know Jack. Aslında üzerine çokça konuşulabilir, film gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak yapılmış. Bunu Mert izletti bana, seveceğimi düşündü, sevdim de gerçekten. Annesinin yoğun acılar çekerek ölümüne tanık olmuş bir adam var, Doktor Jack. Bu yaşamını öyle derinden etkilemiş ki, insanlara (hepsine değil, yalnızca gerçekten acı çeken ve iyileşme ümidi bulunmayan, acı içinde ölümü bekleyen insanlara) ölümün bazen de doktor eliyle, olabildiğince acısız bir şekilde götürülmesi gerektiğine inanıyor ve kolları sıvıyor. Yüzlerce insanın bu şekilde ölümüne neden oluyor, başı basınla ve yasalarla derde giriyor ama asla yılmıyor. Yani, kendime onaylıyor musun diye sorarsanız, onaylıyorum. Tutkuyla yapılan hemen her işi onaylama gibi manyakça bir yaklaşımımın oluşu dışında, gerçekten insan ölümünü seçebilmeli diye de düşünüyorum. Defalarca kez intihar etmeyi denemiş ve iyileşmesi mümkün olmayan ağır bir hastayı hayatta tutmanın ne anlamı var? Ayrıca zaten çok kalabalığız. Bence ölmek isteyen insanlar ölmeli. Böyle diyorum ama içinizden biri (sevdiklerimden bahsediyorum) ben ölmeye karar verdim intihar ediyorum dese kafasına sert bir cisimle vurarak onu bayıltır, bir yatağa zincirler ve fikrini değiştirdiğine ikna olana kadar da salmam galiba. Eh en azından bunu yapmak isterim. Çünkü çelişkilerle doluyum ahah. Her neyse film 2010 yapımı, yönetmen Barry Levinson ve imdb puanı 7.7.
Dördüncü film Porcile. Yani gerçekten bu filmi, bir insan bir filmi ne kadar anlayamazsa o kadar anlayamadım, daha açık nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Yine ders kapsamında izlediğimiz filmlerden biriydi ve Marksist felsefe izleğinde tartışacaktık ama o derse de gitmediğim için film benim için bir gizem olarak kaldı. Sağda solda da hiç araştırmadım, kendimi hazır hissetmiyorum. Film 1969 yapımı, yönetmen Pier Paolo Passolini, imdb puanı 6.8

Los lunes al sol, Güneşli Pazartesiler. İsmini öyle çok duymuştum ki, izlemem kaçınılmazdı zaten. Yine ders yüzünden izledim. Bakın bu biraz daha içimizden bir film, paranız yoksa bok gibi bir hayatınız olur, paranız yoksa karınızla sevişmek için bile vaktiniz ve haliniz olmaz ve paranız yoksa dostlarınız sizi evinizin önünde ölü bulabilir. Çünkü paranız yoksa kendinize toplumda bir yer bulamayabilir, bir avuç aylak olarak hıncınızı sokak lambalarından çıkarabilir ve derin bir çaresizliğe sürüklenebilirsiniz. Evet yani bence de karınca biraz orospu çocuğu ve bence de cırcır böceğinin doğası hesaba katılmaksızın yazılmış bir hikâye var ortada. Film 2002 yapımı, yönetmen Fernando Leon de Aranoai imdb puanı 7.7.
Az kaldı bitiyor. Adventureland...  Ah ah bu filme twitter'da falan çok çemkirdim. Yani niye izlediğim hakkında hiçbir fikrim yok bu tür filmler izlemeyi sevmem zaten. Daha önce de yüzlerce kez söylediğim gibi filmin en büyük olayı Kristen Stewart'ın asla kapanmayan ağzı olabilir. Benzerleri 594839543 kez çekilmiş bir gençlik filmi olabilir. Babası iflas ettiği için lunaparkta çalışmaya başlayan oğlan, lunaparkta çalışan sorunlu kıza aşık olur. Ve fekat kavuşamazlar, arada yalanlar ve evli adamlar vardır. Sonra ikisi de ailelerine siktir çekip hayatlarının peşine düşer ve birbirlerini bulurlar. Bu kadar. Ot içerek yazımızı nasıl çarçur ederiz'i de anlatıyor olabilir tabii. Film 2009 yapımı. Yönetmen Greg Mottola, imdb puanı 6.8. 

Kieslowski'nin 4. dekaloğunu izledik Mert'le. Ağzımız açık kalarak izledik çünkü ortada yine inanılmaz bir mevzu var. Resimde gördüğünüz hanımkızımız, ismini kesinlikle hatırlamıyorum, tiyatro öğrencisi, babasıyla yaşayan bir kızcağız. Bebekken annesini kaybetmiş. Anne bir mektup yazıyor kızına ölmeden evvel, büyüyünce okusun diye. Baba mektubu bir türlü kıza veremiyor, en sonunda mektup kızın eline geçiyor bir şekilde ve babasının babası olmayabileceğini öğreniyor ama da da daaaa! İşte mevzu o kadar basit değil ve ben daha fazla anlatmayacağım. Aşklı, ensestli, kendi gerçeğini yaratmalı inanılmaz bir film. 
Son olarak Rick and Morty'i izledik Mert'le. Nasıl tanımlayacağımı bilemedim, çizgi dizi mi denir. İnanılmaz çatlak bir büyükbabanız olduğunu düşünün. Bu çatlak büyükbabanın aynı zamanda bir dahi olduğunu, evin garajında akıl almaz aygıtlar yapıp durduğunu, evrenler arası yolculuklar yaptığını ve sizi de kolunuzdan tutup bu yolculuklarda yanınızda sürüklediğini düşünün. Henüz iki sezonu yayınlanmış, bir çırpıda bitirdik hatta Mert ikinci kez izledi. Bunu Ender önermişti, ve sanırım The Simpsons'ın yaratıcılarının elinden çıkma olduğunu söylemişti. Neyse biz üçüncü sezonu merakla bekliyoruz ama daha çıkmasına da bir yıl var galiba. 

Vize sorum Üç Renk: Mavi'ydi söylemiştim. Ona bulaşmadım, önce hocayla konuşayım, sınav kağıdıma mantıklı şeyler yazdıysam şayet filmi detaylı yazacağım ahah. Bir yandan da Aşk-ı Memnu izlemeye devam ediyorum. Ah Bihter ah, yaktın kavurdun ortalığı. 

8 yorum:

  1. Yeter artık, nerede bu sınıf gizlice kaçak öğrenci olarak sızacağım :D Guguk Kuşu en sevdiğim 10 filmden biri olabilir, Jack Nicholson faktörü (yaşayan en büyük aktör bana sorarsan-ölülerden de Marlon Amca).

    Godard'ın bir çok filmini izledim (çoğu da beyin ölümü gerçekleştirdi bende) hatta bu filmin dvdsi de var bende ama bir türlü izleme fırsatım olmadı. Anna Karina <3 Son filmi Dile Veda'yı izlemiştim festivalde, insanlar çığlıklar içinde 20 dakika içinde kaçmıştı :D Baya çılgın bir deneyim yaşamıştım sayesinde.

    You Don't Know Jack'i saygıdeğer anneciğimle izlemiştim ve ötenazi hakkında uzun uzun tartışmıştık :/

    Pasolini filmlerini bulmakta zorlanıyorum. Amazon'da dahi adam gibi yoklar. Niye ki ya.. Şiirlerini ve filmlerini seviyorum. Pasolini ve Godard aslında La Chinoise üzerinden okunabilir, güzel bir bağlantı fikri.

    Diğerlerini bilmiyorum :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Motorsiklet Günlükleri ve Bolivia da vardı listede ben izlemedim onları hâlâ. Bence gizlice sızmana gerek yok hoca seni sınıfa alır büyük ihtimalle :D

      Yani hiç bilmiyorum bahsettiğin filmi ama bakacağım zamanla. Pasolini beni öldürdü, hiçbir şey anlamadığıma inanıyorum. Yine de etkilendim çok. Zaten anlamadığımız şeylerden daha çok etkilenmiyor muyuz? Bir ara bakacağım.

      Adventureland hiç kayıp değil ben nefret ettim filmden... Rick and Morty keyifli :D

      Sil
  2. Guguk Kuşu kesinlikle baş yapıt. Aslında böyle abartılı tanımları pek sevmem ama bu film için gerçekten öyle düşünüyorum:)

    nerde gördüğümü hatırlamadığım bir fotoğraf, sanırım bu yıl sahaf festivalinde eski film resimleri, kartpostalları olan bir stantta bir kızla bir erkeğin arabalardan uzanarak öpüştüğü bir film sahnesi. fotoğrafı çok beğenmiştim, ama filmi bulamamamıştım:)
    taa kii bu yazını okuyana kadar. Pierrot le fou demek.. çok olumlu şeyler söylemesen de merak ettim bu filmi:) her ne kadar geçen yıl Godard'ın Dile Veda'sını izlemiştim Filmekiminde 70' zor dayandım. hatta yeminliydim ama yine de şansımı deneyeceğim.

    Adventureland için ise söylediğin her kelimeye katılıyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet bu filmde öyle bir sahne var. Çok kıskandım çünkü o kartpostalı istiyorum. Umarım hayat bir yerlerde karşıma çıkarır. Bu filmi anlamadım bence ben o yüzden de söyleyecek çok şey bulamadım. Yine de denemeye değer diyerek motive edeceğim :)

      Ay gençlik filmleri de yapılsın yapılmasın değil ama biraz özgün olsun içinde bir şey olsun bi düşünce barındırsın bi zahmet, filme hınç doluyum.

      Bunca Guguk Kuşu muhabbeti üzerine dün gece oturup tekrar izledim sonra evde kıyametler koptu ahah. Sanattan haddinden fazla etkilenerek yaşıyoruz

      Sil
  3. bu listeyi bulduğum çok iyi oldu. teşekkürler. yeni filmler arıyordum. önümüzdeki hafta boyunca bu listeden gideceğim. zaten guguk kuşunu uzun zamandır merak ediyorum ancak bi türlü izleyemedim.

    YanıtlaSil
  4. ahh balığım cessie!
    sanat bloggerım benim sana hayranım ve filmlerden sadece 2 tanesini izlemiş olduğum için utanarak yorumumu sonlandırıyorum.. ama guguk kuşu gerçekten çook güzel..:*

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ay çok utandım yine, anlamıyorum ki sanattan, kıyısından köşesinden tutunmaya çalışıyorum. Ben de sana hayranım, keşke daha sık yazsan yine *.*

      Sil

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;