3 Kasım 2016 Perşembe

iki güzel kitap ve brautigan

Aslında çok sevimsiz rüyalar görmekteydim ve dehşet içinde uyandım ama yine de neşeliyim. Hazır keyfim yerindeyken size şu kitaplardan kısaca bir bahsedeceğim. Zaten bu kabuslara abuklu subuklu kafalara neden bu kadar takıyorum onu da anlamadım, son iki-üç senedir böyleyim zaten. Biraz kendimize gelelim.

Size bahsetmiştim Dost'a gidip hiç hakkında fikrimin olmadığı ama kafamdaki mevzulara paralel olacaklarına inandığım bir sürü kitap aldığımı. Onlardan ikisini hızlıca okudum. Yine güzel seçimler yapmışım bence.

İlki Arayışlar. Bunda altını çizdiğim bir ton cümle var, daha yazamadım. Bence çok güzel bir anlatı, nedir bilemiyorum roman mı diyeceksiniz uzun öykü mü, ben iç döküntüsü diyeceğim. Kategorize edemedim.

Hikaye çok bilindik. Genç bir kadın genç bir adama aşık olur ve dünya birden bire o adam etrafında dönmeye başlar. Kaderin oyunları mı dersiniz, çiftin aptallığı mı bilemem, orası size kalmış ama umdukları birliktelik gerçekleşmez. Genç kadın kendisini resme adar, çağının toplumsal kurallarını ve her şeyi hiçe sayarak atölye açar, deli gibi çizer ve bu konuda kendisini az çok tatmin edecek bir başarı yakalar. Yıllar sonra sevdiği beyle tekrar karşılaşırlar, duygular hararetlenir ama tam bu noktada Saramago'yu anmadan ve şu minik alıntıyı sizlere hatırlatmadan edemeyeceğim:

"Zavallı süleymana karşı pek sert olduğunu görüyorum, Belki de yardımcılardan birinin biraz önce bana anlattığı hikâye nedeniyle, Ne hikâyesi, Bir ineğin hikâyesi, İneklerin hikâyeleri de mi varmış, diye tekrar sordu komutan, Bu ineğin var, tam on iki gün ve on iki geceyi galiçya dağlarında, soğukla ve yağmurla ve buzla ve çamurla ve bıçak gibi keskin taşlarla ve çivi gibi fundalıklarla ve ara sıra kısacık dinlenme fırsatlarıyla ve yetmezmiş gibi dövüşlerle ve saldırılarla ve ulumalarla ve böğürtülerle geçiren, sütten kesilmemiş yavrusuyla kaybolmuş bir ineğin hikâyesi, tam on iki gün ve on iki gece çevresini kurtlar sarmış, inek bu uzun mu uzun savaşta hem kendisini hem de yavrusunu savunmak zorunda kalmış ve her yanında dişler, açık çeneler, ani hamleler ve elbette ki boynuz darbeleri varmış, ölümün kıyısında yaşamanın ıstırabının yanı sıra, kendi canı ve kendini koruyamayacak kadar küçük bir yavrucak için savaşmak zorunda kalmış ve tüm bunlar yaşanırken, sırtları kambur, kulakları dimdik kurtlar sinsice yaklaşırken, o yavrucak annesinin memelerine uzanarak yavaş yavaş emiyormuş. Subhro derin bir soluk aldı ve devam etti, on iki günün sonunda inekle yavrusu bulunmuş ve kurtarılmış, zaferle köye dönmüşler ama hikâye burada bitmemiş, iki gün daha sürmüş, çünkü o artık cesur bir inekmiş, kendini savunmayı öğrenmiş, kimse ona söz geçiremiyor, hatta yanına yaklaşamıyormuş, sonunda inek ölmüş, onu öldürmüşler, on iki gün boyunca yenilgiye uğrattığı kurtlar değil, onu kurtaran insanlar, belki de sahibi öldürmüş, dövüşmeyi öğrenen ineğin o daha önceki barışçıl, her şeye kafa sallayan hayvan olamayacağını anlamamışlar."

Yani bence mevzu tam olarak bu aslında. Hepimiz yaparız bunu, bir kadın bir adamı sevdiğinde, her nedense onsuz bir türlü tamamlanamayacağını ve eksik kalacağını düşünür. Ama adamın yokluğu ile yüzleşip boşlukları başka şeylerle doldurabildiğini ve belki de bahsedilen boşluğun hiç olmadığını fark ettikten sonra, geri dönüşü pek de mümkün değildir. Bu noktada da Kerouac'i anmadan edemeyeceğim:

"bir adam ahmaklık edip bir kadının sınırını zorlayabilir ve 19. yüzyıla yaraşır patron tipi hâkimiyetini sonuna kadar kurabilir ama bütün kozlar oynandığında bunun ona bir faydası olmayacaktır. Yitirişin -gelecekteki yengisi ve kuvveti gözlerinde gizli- hatunu kayıplarını telafi eder; erkeğin dudaklarından ise "elbette sevgilim"den başka bir şey duymayız. "

Bana sorarsanız mevzu tam olarak bu. 

İkinci kitap Ağaçtaki. Bu yayın evinden aldığım, okuduğum ilk kitap bu. Gözlemlediğim kadarı ile daha çok ilk gençlik kitapları yayınlıyorlar, ben bu kitabı da öyle niteliyorum. 

Küçük bir kasabada vuku buluyor her şey. Bir gün Pierre Anthon denen bir velet hayattaki her şeyin anlamsız olduğuna karar vererek çantasını topluyor ve sakince sınıfı terk edip bir erik ağacına tünüyor. Anlamın ne olduğunu bilmeyen, hiçbir zaman kavrayamamış sınıf arkadaşları da, onun bu resti karşısında müthiş bir çaresizliğe kapılıyorlar ve "anlam"ı bulup, Pierre'e gösterip onu lanet olasıca erik ağacından indirmeye karar veriyorlar.

Eski bir harabeye çöküyorlar ve her gün içlerinden biri, kendisi için en anlamlı olan şeyi getiriyor. Aman yarabbi, neler neler, mavi saç örgülerinden tutun da çocuklardan birinin henüz bebekken ölen kardeşinin cesedine kadar. İşler zıvanadan çıkıyor, çocukların her biri, bir diğerinden onun için en "anlamlı" olduğunu düşündüğü şeyi istiyor. En son yaşlı bir sokak köpeğinin başı ve Sofi denen bir kızın bekareti de çocukların anlam yığınına katılıyor. Birisi iyice kayışı koparıp sınıf başkanlarından işaret parmağını isteyince ortalık karışıyor. Hayır, parmağı da kesip almayı başarıyorlar ama çocuğu hastaneye kaldırmak zorunda kalıyorlar. Kasaba ahalisi ayağa kalkıyor, polis işe el atıyor, basına haber veriyorlar ve herkes bu "anlam" yığınını tanımlamaya çalışıyor. Bu "anlam" yığını yoldan çıkmış hasta ruhlu çocukların bir zırvası mı yoksa bir sanat eseri mi üzerinde dönen tartışmalar, çocuklarımız ünlü oluyor. Anlamı bulduklarından ve herkese kanıtladıklarından eminler ama Pierre'i ikna etmek ne mümkün! Sonunda bir müzeden tüm bu biriktirilen eşyaları satın alma yönünde gelen teklife hayır diyemeyişleri ve tüm "anlam"larını yüklüce bir paraya satışları çocukların patlamasına neden oluyor...

Anlamı ve anlam arayışını sorgulaması açısından bence oldukça başarılı bir kitap. Kurgu yer yer çok zorlama sanki, gereksiz yere dramatik bulduğum da oldu ama duygularımın esiri olarak Goodreads'de beş puan verdim.

Bir de Utku'yu kıskanıp Çimlerin İntikamı'na başlamıştım fkjhk. Tabii ki her zaman olduğu gibi o nefis bir yazı yazarak kitabı anlatmış. Ben iyi okudum, iyi anladım dediğim kitaplar için bile aşık atamam kendisiyle maalesef, o yüzden ondan okumanız tavsiyedir.

Zaten hiçbir şey anlamadım. Hayatımın en başarısız Brautigan okuması, yalan ettik kitabı da. Öykü okumayı pek sevmiyorum zaten, bir de bu kadar bölününce, araya da bir ton kitap girince iyice koptum. Ne okuduğum hakkında en ufak fikrim yok, dolayısıyla bunu da kendime bir not düşüyorum, bu kitap tekrar okunacak.

Şimdi Cinder'ı okuyorum. Bana sorarsanız salak saçma bir Külkedisi şeysi, neysi, yorumu. Ama ben masalları böyle değiştirilmiş ve detaylandırılmış haliyle yeniden yeniden okumayı seviyorum, aynı zamanda sürükleyici, kafa dağıtıcı ve eğlenceli. Okulu da -yine- yalan ettiğime göre herhalde bu gün oturup Cinder'a gömülebilirim.
Size bir de şarkı bırakayım:

3 yorum:

  1. Kitaplar güzel, şarkı güzel... Kalemine sağlık... Sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. Ahaha aynen anlattığın gibi düşünmüştüm ben de. Kitap bitti, kenara koydum.

    "Bu neydi lan?"

    Sonra tekrar okudum, yine aynı duygu. Belki de bu kitabın duygusu da budur yahu. Brautigan'ın en Brautigan kitabıdır bu belki.

    "Okuduk yine de, gençmişiz işte."

    https://www.youtube.com/watch?v=bCAoW_gMMjo

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ay deme yine tekrar okumak bir şey değiştirmeyecek mi diyorsun fmdkfds. Olabilir, olabilir gerçekten. Bence yazıp yazdığı en güzel şey Karpuz Şekerinde idi, hep öyle kalma ihtimali çok yüksek.
      Şarkı için teşekkür ederim :D

      Sil

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;