16 Ocak 2017 Pazartesi

Tokyo Uçuşu İptal ~ Rana Dasgupta

Çok tuhaf bir kitap okudum çocuklar, çok tuhaf! Bu kitabı geçen sene kitap fuarında Adana'da Ayşe'yle birlikte almıştık. Metis standındaki adam öve öve bitirememişti. Bir senedir de kalınlığı sebebiyle elime almaya cesaret edemedim bir türlü. Sonunda okuyabildim kitabı.

Kitap benim için umut verici ve heyecan verici bir şekilde başladı. Çeşitli ülkelerden gelmiş pek çok insanın yolu Tokyo'da hava koşulları nedeniyle uçuşların iptal olması nedeniyle hava limanında kesişiyor. Görevliler yolcuların bir kısmını şehirdeki çeşitli otellere yerleştiriyorlar ama aynı günlerde şehirde bir de sergi mi fuar mı nedir, öyle bir şey olduğu ve her yerden şehre akın edildiği için oteller de kısa sürede doluyor ve yolcuların bir kısmı orada beklemek durumunda kalıyorlar. İçlerinden bir tanesi çıkıp diyor ki; "Arkadaşlar, birbirimizi böyle sessiz sessiz oturacak kadar tanımıyoruz diye düşünüyorum. Ancak birbirini iyi tanıyan insanlar böyle oturur. Birbirimizi görmezden gelmeyelim. Sizce de öyle değil mi? Naçizane bir öneride bulunmak isterim -kabul edip etmemek size kalmış- ama aklıma şu geldi: Aramızda anlatacak bir hikâye bilen var mı acaba?"

Tabii önce insanlar birbirlerinin yüzüne bakıyorlar eblek eblek, sonunda biri çıkıp "Benim bir hikâyem var!" diyor ve böyle başlıyor. 13 yolcudan 13 hikâye dinliyoruz, geceyi biz de onlarla birlikte plastik iskemlelerde veya yerlerde sigara tüttürüp sabah olmasını bekleyerek geçiriyoruz. 

13 hikâyenin 13'ü de birbirinden tuhaf. Bazılarını çok sevdim, bazılarını çok anlamsız buldum, ne mana şimdi, niye bunu okuduk şimdi diye dumur oldum. Keşke laf arasında yolcuların yorumlarını ve sohbetlerini okuma fırsatı da bulsaydık, maalesef yalnızca öyküleri dinliyoruz. Kitabı nereye koyacağımı da çok kestiremiyorum. Öykülerden teker teker bahsedeceğim. 

İlk öykü, Terzi. Masalsı bir tadı var, sanki geçmişten uzak diyarlardan yani hiç bilinmeyen diyarlardan bahsediyor gibi bir havası var ama aslında bilinen topraklarda ve günümüz döneminde geçiyor. Bir prens yaşıyor, Prens İbrahim. Hindistan'da mı yaşıyordu hatırlamıyorum şimdi. Genç ve zengin prens sürdüğü şatafatlı yaşamdan sıkılıp sıradan insanların nasıl yaşadığını merak ediyor ve bunu gözlemlemek adına yanına bir takım dostlarını da alıp bir köye gidiyor. Köylüler bunları misafir ediyorlar, ellerinden geldiğince ikramlarda bulunuyorlar. Bu esnada köyde yaşayan bir terzi, yıllarını verip hazırladığı bir elbiseyi prense gösterme gafletinde bulunuyor. Elbiseyi çok beğenen prens, terziden kendisi için de bir giysi dikmesini istiyor. Terzi bu iş için yıllarını, çabasını, emeğini ve tüm parasını harcıyor fakat karşısına çıktığında prens terziyi tanımıyor. Terzinin bu takım çabalarını, sefaletini falan dinliyoruz, öykünün sonunu söylemiyorum. 

İkinci öykü, Hafıza Editörü. Kitapta en sevdiğim öykülerden biri bu oldu. Beş kişilik bir ailenin en küçük çocuğunun öyküsü bu. Baba başarılı bir borsacı. Bu adamın üç oğlu var. Oğlanların en küçüğü, tahmin edebileceğiniz gibi ailenin genel profilinden hayli uzak. Zamanını tarih araştırmaları yaparak geçiren bir çocuk. Bir akşam aile yemeğinde babanın işiyle alakalı bir başarısını kutlarlarken, oğlanlarla da gelecek planları tartışılıyor tabii bu arada, bir tartışma çıkıyor aralarında. Baba Thomas'ı evden kovuyor. O da evden birkaç parça eşya bir de fotoğraf makinesi yürütüp ayrılıyor. Sağda solda sürterken bir kadınla tanışıyor. Bu kadın da işte bir araştırma örgütünde işleri yöneten bir hatun. Yapılan araştırmalar göstermiş ki, insanların hafıza belleklerinde geçmişe nazaran bir zayıflama söz konusuymuş. Bu durumun giderek artacağı öngörülüyormuş. Zaman içerisinde insanlar tüm anılarını kaybedecekler yani araştırmalara göre. Tabii kapitalist çağda bunu da paraya çevirmenin yolları aranmış, bulunmuş. İnsanlara daha sonra anılarını satmak üzere bir şirket kurulmuş. Thomas da bu şirket adına anıları topluyor, tasnif ediyor ve insanların hatırlamak istemeyecekleri kötü anıları ayıklıyor. Zaman ilerledikçe araştırmaların doğruluğu kanıtlanıyor, insanlar anılarını kaybediyorlar ve şirket deli gibi para kazanmaya başlıyor. İnsanların neden anılarını kaybettikleri konusundaki sorgusu ve insanların neyi hatırlamak isteyip neyi istemeyeceğine kimin karar vereceği konusundaki etik tartışma çok hoş ama çok kısa geçiştirilmiş. Öykü yine de beni çok etkiledi, bir ara Thomas'ı çizeceğim fkjdsjdfs.

Üçüncü öykü, Milyarderin Uykusu. Bu öyküyü sevip sevmediğimi ben de bilemedim. Asla uyuyamayan çok zengin bir adamın, bir genetik bilimci ile tanışması ve ondan GDO'lu bebek satın alması üzerine dönüyor. Adamın ikiz çocuğu oluyor ama bunlardan biri felaket çirkin bir oğlan, öteki de güzeller güzeli bir kız ama her şeyi ama her şeyi canlandırma ve büyütme yetisine sahip. Adam oğlanı başka bir aileye evlatlık veriyor, yıllar sonra bu iki çocuk karşılaşıyor ve kardeş olduklarını da bilmediklerinden birbirlerine aşık oluyorlar, ortalık karışıyor falan filan. 

Dördüncü öykü, Frankfurt'lu Haritacının Evi. Bu gerçekten çok rahatsız edici bir öykü. Harita çizme konusunda tutkun bir adam bir teklif alıyor Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı hakkında bir harita çizmesi için. Bu nedenle yolu Türkiye'ye düşüyor. Yolda benzini bitiyor, sıcakta bayılıp kalıyor. Bir yaşlı kadın buluyor bunu, yaşadığı mağaraya götürüyor. (Mağaralarda yaşamıyoruz Rana dksjfds.) Orada adamı iyileştiriyor ve bunun karşılığında kızı ile evlenmesini istiyor. Bir sene sonra ne yapıp edip kızını Frankfurt'a adamın yanına yolluyor kaçak göçek yollarla. Tabii kız burada göçmen işçi olarak bir otelde çalışmaya başlıyor. Sonra şehri maymunlar falan basıyor, insanlara hastalık bulaştırmaya başlıyorlar. Bizim adam kızla ne yapacağını bilemiyor, organ mafyasına satmaya niyetleniyor kızı. Kız kendini pencereden atıyor falan, allah allah akıllara zarar bir iç karartıcılık. 

Beşinci öykü, Madison Bulvarındaki Mağaza. En ama en tuhaf öykülerden biri bu. Mağazaya dönüşüp de sonunda geri insana dönüşemeyen, mağazayla insan arasında kalan bir kız ve kıza tutkun bir yeni yetme oğlanın öyküsü. Hayır kafam iyi değil, öykü gerçekten böyle fkjdsds. Sonunda tabii doğaya dönüş ve doğanın onarıcı kolları. 

Altıncı öykü, Köprülü Kavşak. Öyküleri unutmamak için defterime not ediyordum. Bu öykü hakkında yalnızca şunu yazmışım: WTF?!

Yedinci öykü, Kasis. Şimdi ne gerek vardı buna dediğim öykülerden biri bu mesela. Belediyenin yola kasis yapması ama kasisi belirtecek şeritleri boyamayı ertesi güne bırakması üzerine civarda yaşayan ailelerden birinin oğlu trafik kazası geçirip hayatını kaybediyor, sonra adam da eline beyaz boyayla fırçayı alıp yolu kendisi boyuyor. Mevzu bu.

Sekizinci öykü, "Japonlar manyak" tezimi doğrular nitelikteki Oyuncak Bebek. Yukio diye bir adam var, kimyager. Çok varlıklı bir aileden gelmese de yıllarca çalışıp didinip iyi bir kariyer yapıyor. Ve bir kadınla tanışıyor, Minako. Minako da çok varlıklı bir ailenin tek kızı. Aile başta ilişkilerini onaylamasa da daha sonra kabul ediyorlar Yukio'yu. Evlilikleri başta güzel gidiyor ama Yukio bu güne dek elde ettiği başarılardan tatmin olmuyor. Çok zengin insanlarla sürekli bir araya gelmek onu da zengin olma hırsına sürüklüyor ve böylece karısının da desteği ile bir proje hazırlayıp kayınbabasına sunuyor. (Kayınbaba mı oluyor ne oluyor? Kayın baba herhalde.) Proje kabul görünce de deliler gibi çalışmaya başlıyor proje üzerine. Öyle kaptırıyor ki kendisini günlük ihtiyaçlarını karşılamak, eşiyle zaman geçirmek bile onun için bir yük haline geliyor. Dolayısıyla adamın sosyal yaşamı çöküyor, karısıyla ilişkileri de büyük yaralar almaya başlıyor. Bir gün Yukio biraz dolaşıp kafasını dağıtmak için evden ayrılıyor ve gezerken protez uzuvlar üreten bir yere rastlıyor. Bu uzuvlar öyle güzel tasarlanmış ki, dokununca gerçek bir organa dokunmuş hissi veriyor. Her neyse Yukio buradan bir çift bacak bir çift de kol alıyor. Sonra bir oyuncak bebek yapıyor ve bu uzuvları bebeğe monte ediyor. Karısının yokluğunda, çalışırken bu oyuncak bebekle dertleşip konuşuyor, yalnızlığından bu şekilde kurtulmaya çalışıyor. Bebeğe de Yukiko ismini veriyor. Daha sonra bebeğe bir çeşit bilgisayar da yerleştiriyor ses algılayıcısı, mikrofonu vs olan ve böylece onunla konuştuğunda bebek de cevap verebilmeye başlıyor. Yalnız Yukio bu bebekle dertleşmekle kalmıyor onunla sevişiyor ve hatta ona aşık oluyor. Bebek de az çok kendi bilincini edinince, ortalık hayli karışıyor tabii. Kitaptaki en uzun öykülerden biri, ağzım açık kalarak okudum. 

Dokuzuncu öykü, İstanbul'da Randevu. Bu sevdiğim öykülerden biri. İstanbul'a yerleşmiş Ukraynalı bir kadın ile Bangladeş'li bir denizcinin aşkını anlatan bir öykü. Bunlar tesadüfi bir şekilde tanışıyorlar, sevişiyorlar ve aşık oluyorlar birbirlerine. Adam denizci olduğu için gitmesi gerekiyor, altı ay sonrası için aynı otelde buluşmak üzere sözleşiyorlar. Ancak aksilikler sonucu denizcinin çalıştığı gemi bir limanda takılı kalıyor ve kavuşmaları mümkün olmuyor. Denizcinin boğazına takılan bir kuş denizleri yolları aşıp kadına ulaşıyor ve onu sevgilisine götürüyor. Böyle yarı mistik bir öykü. 

Onuncu öykü, Dönüşken, bu da en sevdiğim öykülerden biri. Fransa'da mı geçiyordu bu öykü, hatırlayamıyorum, not da almamışım. Her neyse, öyküde, normal insanlar var. Bir de dönüşkenler. Dönüşkenler ölümsüzler, insan bedeninde bir süre yaşadıktan sonra başka bir şeye dönüşüp sonsuza dek yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Ancak insanlar dönüşkenlere karşı pek anlayışlı ve sevecen değiller, dolayısıyla toplum dışına itilmiş bir tarafları var. Her ne ise, Bernard yani kahramanımız dönüşken olduğu anlaşılınca karısı tarafından terk ediliyor ve diğerlerine de izini kaybettirip bir otele yerleşiyor. Burada Fareed isminde yaşlıca bir adamla tanışıyor. Adam çiçek hastalığına yakalanmış, ölümü bekleyen biri. Yalnız bu çiçek hastalığı bizim bildiğimiz su çiçeği değil. Bu hastalığa yakalanan insanların içinde bitkiler büyümeye başlıyor, bu bitkiler öyle büyüyor ki -hayır hâlâ kafam güzel değil gkdjgf- insanların bedenlerini parçalayarak dışarıya fışkırıyorlar. Fareed öleceğini öğrenince, bu zamana dek yaşadığı hayatı anlamlı kılmak adına bir sözcüğün peşine düşmüş. O sözcüğün ne olduğunu bilmiyor, sadece içindeki sessizliği yok edecek tek bir söz arıyor. O yataklara düşünce bu görevi Bernard üstleniyor. Bu kelimenin peşinde dolanıp duruyoruz biz de. 

On birinci hikâye Zindandaki Pazarlık. En sayko öykülerden biri bence. Bir aile var, yoksul sayılabilecek bir aile. Günün birinde bir kız çocukları oluyor. Baba bu çocuğu kesinlikle istemiyor ve bir yaşına geldiğinde yanında bir notla birlikte bir kutuya koyup kömür trenine gizliyor çocuğu. Karısına da kendisi uyurken çocuğun kaçırıldığını söylüyor. Bebeğin adı Katya. Katya çok da uzak olmayan başka bir kentte bulunuyor ve çocukları olmayan bir aileye veriliyor. Anne terzi, dolayısıyla Katya'ya da dikiş nakış işlerini öğretiyor. Katya'nın insan hislerini tanıma ve anlayabilme konusunda olağanüstü bir yeteneği var. Bunu garip bir şekilde işlerinde de kullanabiliyor, diktiği şeyler insanların ruh halini ve yaşamını etkiliyor. Her neyse, Katya ailesinin yanından ayrılıp başka bir şehre yerleşiyor ve terziliğe orada devam ediyor. Sonra, insanlara çeşitli duygusal ve bedensel işkencelerin yapıldığı bir yer çalıştıran bir kadın Katya'yı keşfediyor ve ona iş teklif ediyor. Katya burada iki müşteri ile tanışıyor, yani kendisini zorlayan özel iki müşteri demek istiyorum. Bunlardan biri Bay K. öteki de Bay W. Katya K'ye aşık oluyor, W ise kendisini iyileştirebilen, insanları dönüştürebilen bir manyak. Her ne ise Katya W ile bir anlaşma yapıyor ve en sonunda kendisini yıllar önce terk eden babası ölüyor anasını satayım. 

On ikinci hikaye, Talihli Kulak Temizleyici. Saçma sapan bir öykü allahım. Saç keserek ve kulak temizleyerek yaşamını kazanan bir adam var tutup bir kızın kulağına aşık oluyor, hadi buyrun fkjdsfds.

On üçüncü hikâye ise Rüya Hurdacısı. Rüyalar alıp satarak geçinen bir film tutkununu anlatıyor. Rüya içinde rüya, rüya içinde rüya. Beni çok sıkmıştı her nedense bu son öykü.

Dediğim gibi beklediğim kadar keyifli devam etmedi ama yine de öykülerin her biri ötekinden tuhaf, manyakça ve çarpıcı. Ben 3 puan verdim, siz de isterseniz bir bakın. Şarkı da bırakıyorum, tüm gün Flört dinledim, Flört dinleyelim. 

4 yorum:

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;