Tüm sen yapamazsın karşı çıkışlarına verdiğim yanıt şu "NEDEN YAPAMAYAYIM BENİM GÖTÜM YOK MU?!" Pavyondan çıkınca AFC'nin dostu ile birbirimize giriyoruz, o kendilerini rezil ettiğimi iddia ediyor, böyle bir espri anlayışının mümkün olmayacağını söylüyor, ben son derece ciddi olduğumu söylüyorum ve ekliyorum "HATUNLARLA MUHABBET EDERKEN HER ŞEY İYİYDİ AMA?!" İşitmediğim laf kalmıyor, takside biraz ağlıyorum, AFC'nin evine geçtiğimde de sızıyorum zaten, pavyon maceram böyle noktalanıyor.
Hem oraya gelen insan profilini çok merak ettiğimden, hem de oradaki yaşamı ve atmosferi çok merak ettiğimden çalışmaya bu kadar istekliydim ve bir geceliğine başıma gelebilecek türlü çirkinliklere katlanabilirim diye düşünmüştüm. Ama bulunduğu konumdan gayet memnun olan iki adamın bana karşı çıkması beni bu kadar kamçıladı herhalde, çünkü haklıyım, HATUNLARLA MUHABBET EDERKEN İYİ, AMA SOSYAL ÇEMBERİNİZDE YERİ OLAN BİRİ BEN DE YAPACAĞIM DİYİNCE A YOOO BİZE HAKARET EDİYORSUN. Siz kendinize hakaret ettiniz, ben bunu gözünüze soktum, olay bu. Hâlâ da sinirim geçmedi.
Ertesi gün Görkem'le ve Büşra'yla buluştuk. Büşra sonunda ruh hastası babasından kurtulup Ankara'ya kaçmış, Görkem de gezmeye gelmiş. Birkaç saat oturup konuştuk ve başımızdan geçenleri birbirimize özetledik. Görkem yarın için bir kahvaltı planı öne sürdü, TOKİ TURKUAZ'DAN KAHVALTIYA GİTMEK... EVETH. Bilmiyorum bakalım.
Dün Mert'le odalarımızı değiştirmeye karar verdik, evden bir senelik toz temizledik ve bir haftalık birikmiş çamaşır tespit ettik. Hepsi duşakabinde duruyor, makineyi ağzına dek doldurup bir an önce eritmeye çalışıyoruz onları. Taşınmaya muvaffak olduk, o benim odama yerleşti, ben onun odasına geçtim. Gayet güzel oldu böyle, onun giysi dolabını ben altım, kitaplığı paylaşamadığımız için salona taşıyacağız ve odam son derece temiz ve derli toplu, bu harika. Salonsa savaş alanı gibi, bu gün sanırım orayı toparlayacağız.
Geçen sene Mert'le kitap okuma yarışına girişmiştik, senelik. O 10 kitap okurken ben 103 kitabı tamamlayarak ezici bir darbe indirdim çocuğa, o yüzden bu seneye çok hızlı başladı. Şimdiden beş altı kitap bitirdi. Bense okuyamıyorum günlerdir. Ancak üç kitap bitirebildim. Şimdi onlardan biraz bahsedeyim.
Yılın ilk kitabı Amerika'da Alabalık Avı oldu. Bunu Nadirkitap'tan almıştım.Galiba artık baskısı yok. Yine içinde Brautigan'ın bir yazısı olan eski bir edebiyat dergisi ile birlikte almıştım. Çok kabız bir dönemdi, asla hiçbir şey okuyamıyordum ve Brautigan iyi gelebilir diye düşünmüştüm ama gelmedi iyi. Ne okuduğum hakkında en ufak fikrim yok, Amerika'da Alabalık Avı bir durum ve bir olay değil bütünüyle bir "kişi" kitapta. Arka planda dönemin yapısını ve sağda solda saçma sapan beatnikleri falan görebiliyorsunuz, bu güzel. Oltasını alan dere kenarına koşuyor, herkes bir köşede kamp atıyor, Amerika'da gezip duruyoruz ve anlatılanları asla birbirine bağlayamıyoruz. Dediğim gibi, ne okudum hiç fikrim yok. En az sevdiğim Brautigan kitabı bu oldu galiba. Sağlam kafa ile bir daha okurum yine de. Çünkü Brautigan.
Sonra kitaplara başlayıp başlayıp bırakmaya devam ettim. Kadir doğum günümde bana bir ayı yolladı, bir de Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra'sını. Özgür yine aynı nedenden ötürü bir Placebo albümü ile Hakan Günday'ın Daha'sını yolladı. Utku "ALLAHINI SEVEN CELINE OKUMADAN HAKAN GÜNDAY OKUMASIN" dediği için Gecenin Sonuna Yolculuk'a başladım ahahaha. Gecenin Sonuna Yolculuk'da 80 sayfa kadar falan ilerleyebildim, ilk 40 sayfa benim için eziyet gibiydi, sonra birden ısınıverdim kitaba, niçün bilmiyorum ama çok kalın. Biraz ufak kitaplar okuyup Mert'e psikolojik baskı yaptıktan sonra döneceğim Celine'e, sonra da Günday'lardan birini okurum herhalde.
Alice Harikalar Diyarında'yı 38984 yayınevi basıyor olsa da, Alice Aynanın İçinde'yi yalnız Can Yayınları'nda görmüştüm galiba. Bir de geçenlerde uğradığımız Palme'de, Alfa Yayınları'ndan çıkan bu baskısına denk geldim. Bu yayınevinden yalnız bir kitap okudum sanıyorum, o da PKD'nin Gökteki Göz'ü idi ve çok memnun kalmamıştım çevirisinden. O yüzden bu kitabı biraz tereddütlü aldım ama benim gördüğüm kadarı ile bunda bir sıkıntı yok, alabilirsiniz.
Alice'in düşsel evrenini kendiminki ile çok paralel buluyorum, o yüzden çok seviyorum. Baştan uca delilik, başka bir şey değil. Hiçbir şey anlamıyorum, o dünyada ben de Alice gibi savrulup duruyorum ve bu küçük kaostan çok hoşlanıyorum. Gerçek dünyada da durumum pek farklı değil, gerçek dünyanın kaosundan daha az hoşlanıyorum. Sürekli her şey saçma ve bu saçmalık içerisinde yaşıyor ve ilerlemeye çalışıyorum, bu müthiş. Alice'in içine düştüğü dünyalar ne olursa olsun bizim içinde bulunduğumuz dünyadan daha saçma değil ve bu düşünceye kapılıyor olmak beni zaman zaman biraz ürkütüyor.
Bu kitapta Alice, bir ayna dünyaya geçiş yapıyor. Bu dünyada her şey, tıpkı aynalarda olduğu gibi ters işliyor, özellikle zaman. Elinize bir yerden uzaklaşmak istediğinizde ona yaklaşmanız ve yaklaşmak istediğinizde ondan uzaklaşmanız gerekiyor. Elinize iğne battığında önce parmağınız kanıyor, sonra olay cereyan ediyor. Kraliçelerden biri beş yüzlü yaşlarında sanırım sonsuz bir döngü içinde küçülüp büyüyor, küçülüp büyüyor ve asla ölmüyor. Tüm bunlar olurken aynı zamanda bir satranç oyunu içerisindeyiz. Alice bu yolculuğa Beyaz Kraliçe'nin piyonu olarak başlıyor ve son kareye dek ilerleyip kraliçe olmaya çalışıyor. Bu esnada Kızıl Kral uyuyor ve onun düşü müyüz yoksa aslında o mu bizim düşümüz asla emin olamıyoruz, uyandığımızda bile. Müthiş eğlenceli ve paradokslarla dolu, buna bakmak isteyebilirsiniz.
Seneler önce Bir Kadının Yaşamından 24 Saat'in bir yorumunu okumuştum karıştırmıyorsam bir blogda. O kadar övgü dolu idi ki, baskısı da yoktu galiba. Kafama o zaman koymuştum Zweig okumayı. Sonra bir anda her yerde İş Kültür'ün Zweig kitaplarını görmeye başladım. Bunu okudum galiba, çok hatırlamıyorum. Bir de Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nu okudum. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nu kessin okudum, okuduğum öteki Zweig kitabı hangisi idi en ufak fikrim yok. İki kitaptan da beklediğim kadar hoşlanmadım. Hani beni o kadar etkilememiş ki koca kitap hafızamdan silinmiş, ne okudum fikrim yok. Hal böyle olunca, herkesler de "AOOO ZIVAYG MUH-TE-ŞEM!" diye videolar çekmeye başlayınca iyice kıl oldum yazara, elim bir daha gitmedi. Selcan Satranç'ı hediye etmişti bir senedir duruyor küçücük kitap kitaplığımda. Ufacık kitap diye başladım buna, Mert'e psikolojik baskı yapacağım ya ahahaha. Şu ana dek okuduğum Zweig kitapları içinde en sevdiğim de bu oldu.
Eşini aldatan saygın bir hanımın, bu yasak aşkın ortaya çıkması ihtimali karşısında kapıldığı dehşeti, derin korkuyu görüyoruz kitap boyunca. Ruh hali çok iyi çözümlenmiş, davranışları çok güzel kurgulanmış. Bunların yanında ufak ufak adalet, suç, suçluluk, bağışlayıcılık üzerine küçük pasajlara denk geliyoruz. Bir çırpıda bitiyor ve keyifle okunuyor. Bu Zweig furyasından mahrum kalmamalıyım diyorsanız, belki bu kitapla başlayabilirsiniz. Benim aksime Mert son derece sıkıcı buluyor kitabı.
İki gündür Steins Gate izliyoruz, önce Alice, sonra Steins Gate, zamanın yapısı ve dokusu üzerine hazır kafa yormaya başlamışken Gelecekbilim Kongresi'ni de okuyayım diyorum. Bu günkü planlarım arasında portre çizmeye çalışmak ve kitap okumak var, bir de karnımı doyuracak bir yol düşünmeliyim galiba. Size bir de şarkı bırakayım.
"En az sevdiğim Brautigan kitabı bu oldu galiba. Sağlam kafa ile bir daha okurum yine de." Aynısı okurken bende yaşandı. Pek sevemedim. Fakat kıymetlimiz <3
YanıtlaSilCéline benim için demirkazıktır. Henry Miller'la beraber beat havası (kastettiğim aslında daha çok yol hikayeleri, sistem eleştirisi, insanlığın gerizekalılığı) yaşatıp ama onlardan epey daha sert herifler. Çok severim. Naiflikten uzaklar.
Şu yorumu sekiz kez falan okudum bir türlü cevap yazamadım canım Zihin. Ahahaha. Tokyo- Montana Ekspress'i çok merak ediyorum senin yorumundan ötürü. Celine ve Miller'a henüz çok hakim değilim, Uykusuzluk'u pek sevmiştim. Celine ile cebelleşeceğim, hiçbir şey okuyamıyorum bu aralar.
SilBen de bir gideyim pavyona hiç gitmedim. :)
YanıtlaSilHiç gidilesi bir yer değil. :)
Sil