8 Ekim 2018 Pazartesi

olan bitenler ve neler okudum

Ayın 28'inde hoca Antalya'dan döndü. Ebru ile Kızılay'da idik, hemen toparlanıp hocanın evine kediyi almaya gittik. Hoca önce veterinere götüreyim, aşılarını yaptırayım diyordu ama hâlâ veterinere gitmiş değiliz, almakla iyi etmişiz. Eve gelir gelmez gırıldamaya başladı ve mamaya ve suya saldırdı. Sürekli yiyor, durmaksızın yiyor. Hayatımda bu kadar obur bir canlı görmemiş olabilirim.

İlk gece baş ucuma bir topak bok bırakmaya karar verdi. İkinci gece salondaki koltuğun yanına sıçtı, üçüncü gece de Seda'nın hırkasına. Sonrasında koridorun ışığını açık bırakmaya başladık, gün içinde kumuna kaka yapıyordu çünkü. Işığı açık bırakmak kakalarla olan mücadelemizi çözdü. İki gündür de ışıklar kapalıyken efendi efendi gidip kumuna kaka yapıyor. Gece bütün ev ahalisini ziyaret ediyor. Bunu, sabah evin her bir ferdinin gururla "Bu gece benimle uyudu" demesinden çıkarıyorum. Her birimiz zannediyoruz ki gece geldi yanımıza yattı ve birlikte uyuduk, oysa bu koca bir yalan. Kedi bey kucaktan kucağa geziyordu.

Burada günlerimi boş işler peşinde koşarak ve sarhoş olarak geçirdim. Daha odama ne bir halı, ne bir masa ne de kitap koyacak herhangi bir şey alabilmiş değilim. O yüzden çamaşırları bez dolaba tıkıştırdıktan sonra kitap dolu valizlere dokunmadım. Bir aksilik çıkmaz ise yarın Cansu ile bu sorunu çözüyoruz.

Özlem'in annesi geldi, bu gün veya yarın da (emin değilim) Seda'nın annesi geliyor. Evde annelerin olması beni çok geriyor çünkü biliyorsunuz ki kendi annem için pek hayırlı bir evlat olamadım. Annelerin evlatlarının kaldığı evi, birlikte yaşadığı insanları görmek istemesi dünyanın en normal şeyi tabii ki. Ama ben altı yıldır anamdan babamdan ayrı yaşıyorum. Bir de bu süreçte annem çok büyük gelişmeler kaydettiğinden anamla hemen her şeyi konuşabiliyorum. Ama kızlar öyle değil, annelerin duymaması gereken şeyler var. Onları ağzımdan kaçırma ihtimalim çok yüksek. O yüzden bunlar benim için küçük stresler.

Bunların haricinde, okulum sanırım bu gün başladı ama ilk günün günahı olmaz diyerek gitmedim tabii ki. İkinci günün de günahının olmayacağını düşünüyorum.

Bu yıl hiç kitap okuyamadım. Kampta 10 kitap okumuşum, onları çantaya sığdıramayacağımdan dağıttım millete. Buraya geldikten sonra da ancak iki çizgiroman okuyabildim. Bahsedeyim birkaçından.

Kamptayken birkaç kitap sipariş etmiştim, götürdüğüm hiçbir kitaba elim gitmediğinden. Ninni onlardan biriydi. Chuck Palahniuk ile, Zihin beyciğimin tabiri ile bir "love / hate" ilişkimiz oldu. Tabii 15 yaşındayken ayıla bayıla Dövüş Kulübü okuyordum ama sonrasında her şeyin sonsuzca ticarileştiğini düşünmem ve herifin eleştirdiği her bokun bayrak taşıyanı falan olması beni biraz soğuttu. Ama ara ara okuyorum kitaplarını. Hepsi aşağı yukarı aynı, kurgu değişiyor ama temel cümleler değişmiyor. Tabii şimdi Dövüş Kulübü'nü çok objektif değerlendiremiyorum fakat en sevdiğim kitabı herhalde hâlâ Dövüş Kulübü. Ninni de belki ikinci sırada olabilir. Burrougs'un "söz virüstür" sözünden ilham alarak yazmış kitabı. Yine birbirinden tuhaf kahramanlar, lanetli bir ninniyi dünya üzerinden yok etmek üzerine çıktıkları yolda kendilerini bir büyü kitabının peşine düşmüş buluyorlar. Türlü çeşitli manyaklıklarla örülü bir kitaptı, bakmak isterseniz.

Bahsedeceğim diğer kitap, İşte İnsan. Nebula En İyi Kısa Roman ödülü almış. Arka kapakta "Jungcu psikoloji temel alınarak yazılmış en cüretkâr zaman yolculuğu kitaplarından biri." diyordu. Bir yandan zamanın dokusu ile ilgili beyin lapalaşması yaşarken bir yandan da psikolojik gönderme ve çözümlemelere doyacağız zannederek almıştım, beklediğim gibi olmadı.

Bir kere, zamanda yolculuk konusunda her şeyin oldu bittiye getirilmesi hoşuma gitmedi. Zaman makinesinin yapım sürecinden hiç bahsedilmiyor ya da zamanın yapısı, işleyişi, niceliği ve nedir'liği üzerine hiçbir konuşma geçmiyor. Öylesine tanıştığı öylesine bir adam makineyi yapıvermiş oluyor, kahramanımız da ona denek olmayı kabul ediyor. Bu macera böyle başlıyor. Annesi ile ve babası ile çocukluğundan temellenen ve senelerce süregelen çatışmalarını karakterin geçmişe dönüş anıları üzerinden, hayatına giren kadınlarla olan çatışmaları üzerinden inceleme fırsatı buluyoruz. Fakat bunlar da o kadar açık seçik önümüze seriliyor ki, psikolojisi hakkında böyle bir iç görüye sahip bir adam bunları nasıl çözemiyor veya bunların çözümünü hangi akla hizmet dine sığınmakta buluyor anlam veremiyorum. Ama her ne ise, kahramanımız İsa'nın çarmıha gerildiği yıllara gitmeye karar veriyor zaman makinesi ile. Geçmişe gittiğinde de bir İsa yaratması gerektiğinin farkına varıyor. İçim bayıldı benim okurken ama belki siz seversiniz, bilemedim.

Bir diğeri "Naif.Süper". Bunu Utku önerdi. Yazarı biliyordum, Doppler'i herkesler okudu. Bir ara ben de okuyacağım, Utku'nun tavsiyesi üzerine tanışma kitabım bu oldu. 25 yaşında bir gencin, okulunu bitirmesi üzerine müthiş bir kafa karışıklığı ile sudan çıkmış balığa dönmesinin öyküsü. Ayh, bunu biliyorum.

Hayatta şanslı olanlarımızın, belki de şanssız olanlarımızın başına muhakkak gelen şey: Süper kahraman olmadığını ve olamayacağını fark etmek. Hayatın sıradanlığı içerisinde kendine bir yer bulmaya çalışmak. Yıllarca dişlilere lanet etmiş, onlardan biri olmanın başa gelecek en korkunç şey olduğunu düşünmüşsündür ama zaman gelir. Düzeni değiştirebilecek hiçbir şey yapmadın, dramatik bir şekilde ölmedin, rockstar değilsin. Bir markette kasiyerlik yapabilir, bir bankada veznedar olabilir, bir postanede fatura işlerini görebilir, bir avmde tuvaletleri temizleyebilir, akademik kariyer basamaklarını tırmanmak adına çeşitli sınavlara girebilirsin ve en sonunda gördüğün, dişlilerden biri haline geldiğin olur. Bundan kaçış yok. Bununla yüzleşmek, hepimize zor gelmiştir ve gelecektir. İşte tam bu noktada tüm değerlerin değişmesi, anlamın çöküşü, derin bir buhran ve eylemlerin değersizliği kalıyor avucumuzda. Bununla başa çıkmanın yolu nedir? Ben de düşünmüştüm bunu, bulduğum çözümler de aşağı yukarı aynıydı. Çocukluğa dönüş, doğa yürüyüşleri, birkaç oyuncak. Hayata katlanmanın yolu belki onu bütün halinde oyuna çevirmek, belki aralara dinlenme durakları serpiştirmek, bilmiyorum ama kahramanımız listeler yaparak, küçük bir çocukla dostluk kurarak, plastik bir topu duvara fırlatıp tutarak, bolca pedal çevirerek, okuyarak, gezerek ve sorarak sorarak sorarak buluyor aradığı şeyi, ya da aradığına en yakın şeyi. Bunu Mecit Abi'me bıraktım. İsmi gibi, naif, süper. Bakmak isteyebilirsiniz.

Üç yıl önce Tatlı Rüyalar'ı okumuştum Alper Canıgüz'den. Şimdi geriye dönüp bakınca hatrımda hiçbir şey kalmamış ama o zaman keyifli bir okuma deneyimi olmuştu benim için. Belek'te Lend of Legends'a her gittiğimde D&R'a uğruyordum, civardaki tek kitapçı çünkü. Orada çalışan oğlan önermişti bunu. Emaan neden olmasın diyerek aldım ben de. Bir aralar bunu da herkes okudu ve çok sevdi.

Baş karakter Alper Kamu'nun, ismini Albert Camus'den aldığı söyleniyor. Beş yaşında, süper zeki, süper nihilist bir velet Alper Kamu. Yaşadığı mahallede bir cinayet işleniyor, tek tanık Alper. Hal böyle olunca, kendisini bu soruşturmanın içinde buluyor. Mahalledeki hemen herkesin hayatı birbiriyle kesişiyor. Hem küçük bir çocuğun çocuk toplumundaki var olma çabasına tanık oluyoruz hem de yetişkinlerin dünyasındaki her türlü rezilliğe ve hile hurdaya. Çok sıcak ve akıcı bir roman, keyifli bir polisiye okumak istiyorsanız elinize alıp bir tatil gününde bitirebilirsiniz ve beklentiniz bununla sınırlı kalacak olursa hayal kırıklığına uğramazsınız. Aynı şekilde ben de, şöyle biraz kafa dağıtmak istediğimde öteki romanlarına bakabilirim fakat, işte hepsi bu kadar.

Ve Gozo ve Sagre. Bu bir grafik roman. Aylar önce Dost'ta görüp de çizimlerine aşık olmuştum. Uzak diyarlarda bir kentte, bir kayanın üzerinde oturup duran bir adamın bahsi ile başlıyor öykü, hatta belki masal. Sonrasında kahramanımız üzerinde yaşadığı kayayı terk edip güneşin doğduğu yeri bulmaya karar veriyor bir aşk uğruna. Bu harika kitaptan yaşamın tüm canlılar için kutsal oluşundan başlayıp kutsalın yaratım sürecini sorgulayıp en sonunda da aşkın cinsiyet tanımadığına kanaat getirebilirsiniz. Tiranlar nasıl yükselir, idealizmden verilen ödünler peşinden neleri sürükler, bir sürü bir sürü şey bulabilirsiniz, hangisini aramak istiyorsanız. Bence süper. Kendinizi şımartın, bir akşam elinize alın, çayınızı kahvenizi yudumlarken masal akıp gitsin. Çünkü en çok yetişkinlerin ihtiyacı var masallara.

Bu da sonuncusu, Azrail'i Beklerken. Persepolis'in tamamını bir Adana- Ankara otobüs yolculuğu sırasında otobüste izlemiştim. Çok severim. Sonra onu da aldım okudum. Biriyle tanışmıştım ilk otostop yolculuğumda, Burak. Bana motorsiklet aynasını hediye etmişti, belki hatırlarsınız. Aldığım en güzel hediyelerden biri idi. Onun nişanlısına vermiştim sonra kitabı, çizgi roman okumayı seviyor diye. Bir daha da almadım, pahalı bir şey çünkü. Kitaplığımda yok.

Azrail'i Beklerken'i görünce de "Aooo" dedim "okunabilir." İtiraf ediyorum biraz da önyargılı düşündüm çünkü herhangi bir üretimi ses getiren sanatçılar nedense sonradan sonraya cıvıyıp sallapati işler yapıyorlar. Neyse, Azrail'i Beklerken hiç öyle değildi. Kısacık fakat hem dopdolu hem de çok dokunaklı. Bu sefer Satrapi'nin amcası Nasır Ali Bey'in öyküsünü okuyoruz. Eşiyle yaşadığı bir tartışma sırasında eşi Nası Ali Bey'in tarını kırıyor. Tarı kırılan Nasır Ali Bey, onun yerine başka bir enstrüman koyamıyor bir türlü ve yatağına uzanıp ölümü beklemeye karar veriyor. Sayfaları çevirdikçe bunun aslında kırık bir aşk hikayesi olduğunu anlıyoruz. Öykü filme de uyarlanmış, ben henüz izlemedim ama bir zaman izlerim herhalde. Bence Persepolis'ten bile daha içli. Buna da bakmalısınız.

Enstrümanın sesini hiç bilmiyordum, aha tar da böyle bişeymiş:

Bu yıl 105 kitap hedeflemiştim, hey yavrum heeey, çizgi romanlarla ve çocuk kitapları ile birlikte 48'e ancak ulaşabildim. Neyse, 2019'a kısmetse.

7 yorum:

  1. Benim favorim Gösteri Peygamberi :) İlk okuduğum kitabıydı. Etkilenmiştim. Ninni'yi pek hatırlamıyorum. Okudum. Fakat aklımda kalmamış. Murakami de love/hate bence. Ya çok sevdiriyor kitabı ya nefret. Arada keyfi okumaya yarıyor romanları. Kafa boşaltıyor. Önemli bence.

    Canıgüz yeni Türk edebiyatı akımının en özel yazarı bence. Dehşet bir zeka. Murat Menteş'i de severim (yeni kitap çıkmış <3) fakat Alper Kamu serisi özellikle iyiydi. Gizliajans'ı öneririm sana ^^

    Selam ve sevgi.

    Zihin.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Zihin seni çok özledim! Bir tek Mina'nın bloguna hakimim, ötekilere daha dadanamadım :). Gösteri Peygamberi'ni henüz okumadım. Bir ara okurum herhalde. Murakami'nin yalnız Zemberekkuşu'nu okudum. Yani çok korkunç değildi, kolayca okudum ama çok sevdim de diyemiyorum. Başka da bilmiyorum.

      Canıgüz'den pek etkilenmedim. Benim için de Barış Bıçakçı çok özel galiba. Gizliajans'a bakacağım.

      Aylavya <3

      Sil
  2. instadan izliyom yaaa evini değiştirmiştin de mii. taşınıyoduun. gelcam yineee :)

    YanıtlaSil
  3. Aslında bu konuda en temiz olan hayvancağızı madara etmişsiniz ışık açmayarak :))
    Beğendiğin kitapları not aldım :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ahahah evet bizim hatamiz olmuş. Artık alıştı ama ışık açalım veya acmayalim kakasını kumuna yapiyor

      Sil
  4. Paylaşım için teşekkürler.
    Kişisel farkındalığı yükseltecek, hayata katma değer yaratacak kitap, belgesel ve diğer konulardaki yorumlarıma linkten ulaşabilirsiniz. https://forestofnoreturn.blogspot.com

    YanıtlaSil

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;