23 Şubat 2018 Cuma

iç dökmeler, şalanj, neler okudum

Ender'e göre kendimize yarattığımız kişiliklerin içi boş, bunlar hep sahte. Birbirimize yaklaştığımız ve dokunduğumuz her an sömürü, hepsi sahte. Benim inandığım şeyler daha farklı. Tom Robbins'e inanıyorum, oyun oynuyoruz. Maskelerimiz var, Kurt Vonnegut'u dikkate alıyorum "Ne rolü yapıyorsak oyuz, o yüzden, ne rolü yaptığımıza dikkat etmeliyiz." İnsansak kendimizle bunca savaşıp durmakta bir fayda göremiyorum. Hiçbir şey gerçek olmasa ne çıkar, piksellerden oluşan bir yapay zeka falan olsam ve bunun bilincinde olmasam ne çıkar. Truman Show'daki Truman olsaydım, belki de o kapıdan çıkmayıp hayatıma devam etmek isterdim, belki de stüdyoyu tarumar ederdim, bunu bilmiyorum ama kibarca insanlara selam verip çekip gitmezdim herhalde.

Dün Fadik'le ve Hülya'yla buluştuk. Akşama kadar oturduk. Metrodaki dilenci kadına para verdiğimde bir şeylerin ters gittiğini anlamalıydım. Bir lira ile başlayan bu para harcama olayı Dost'ta kendimi kaybetmem ve on liraya fal baktırmam ile sürdü. Görkem Adana'dan bir iş görüşmesi için gelmiş, sabah uçakla dönecekti, beni aradı. Onu da hemen kız buluşmamıza dahil ettim. Önce Fadik kalktı, beşinci sınıfa giden bir çocuğa özel ders veriyor, oraya gitti. Görkem çantasını almak için arkadaşının evine gitti, biz Hülya ile oturup aldığım kitapları karıştırdık. Bir tanesini Don Kişot'ta otururken bitirdim.

Geçen yıl aşağı yukarı bu zamanlardı galiba, ilk kez Hüsnü Arkan'ın Hiçe Doğru'sunu okumuştum. Aman aman bayılmıyorum bu şiirlere ama seviyorum Hüsnü Arkan'ın şiirlerini. Sonradan çoğunu hatırlamıyorum gerçi ama o an için okumak pek iyi geliyor. Şiirin ritmik doğasından ötürü herhalde, biraz kafa dağıtmak, birkaç parça bir şey hissetmek, şöyle bir iç çekmek için var şiir herhalde. Anlaşılmak için değil de salt anlatmak için, bana öyle geliyor.

"Güneş dakkada yükseliyor ya insan inanamıyor
 Sen birden uyanıyorsun, dudakların dilin kekre
 Ağaçlar bizim gibi uyur uyanırlar, ağaçlar sana benziyor
 Her gece ruhunu kiltleyenler uykunun çekmecesine
 Bu sabah diriliyorlar ve bu bütün yargılara son
 Sabahlar sana benziyor
(...)
 Biliyorum küçük bir zaferle döndün, tırnaklarında otuz üç yıllar 
 Bir gün bir şey gelsin diyordum ki
 Sen geldin."


Madem okuduklarıma girdim, bir de çizgi roman okudum ondan bahsedeyim. Zaten bu aralar başkaca bir şey de okumuyorum. Cansu'nun bana bir miktar borcu vardı, onu çizgi roman şeklinde tahsil etmeyi uygun gördüm. GABO böyle geçti elime. Marquez'i inanılmaz beğeniyorum. Onun canlılığı, yeteneği, yarabbim nasıl anlatsam eksik kalacak. Bayılıyorum, şu zamana kadar okuduğum her bir kitabı birbirinden güzeldi, bak yine aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Onun yaşamını anlatan bu çizgi romanı görünce muazzam heyecanlandım. Hemen aynı gün okudum bitirdim halbuki biraz bekleteyim diyordum.

Ne yalan söyleyeyim, çizimleri beğenmedim. Doğumundan Nobel alışına dek Marquez'in hayatına dahil olduğumuz bu çizgi romanda pıt pıt pıt o zamandan bu zamana atlamaları, her şeyin hıp hızlı aktarılmasını sevmedim. Gerçi bir çizgi roman ne kadar detaylı olabilir, burada kabahat belki de benim açlığımdadır, okuduğum şeyde değildir. Her şeye rağmen heyecanla ve bir çırpıda okuyup bitirdim. Belki bakmak isteyebilirsiniz buna.

Fadik'e, Görkem'e, Hülya'ya, önceki gün Derya'ya, heeeeeeeeeerkesler Emanet Şehir ve Uzak Şehir'i tavsiye ediyor ve itelemeye çalışıyorum bu arada, o kadar sevdim ki. Çizgi romanlar çok pahalı olduğu için "Bak almana gerek yok okumak istersen ben ödünç veririm sana" diye de tembihliyorum ahahahah.

Neyse neyse, Görkem'le Soul'a gittik, orada yemek yedi, birer bira içtik. Oradan kalkıp Beck House'a geçtik, orada da birer bira içtik. Saat gecenin biri idi. Ben sonsuzca başıma gelenleri ve hissettiklerimi anlatıyordum. Oyunlar, maskeler falan diyordum, benim en sevdiğim oyun "birbirimizi affedebilir, içimizde büyük öfkeler biriktirmeyebiliriz" oyunu. Bu oyunu o kadar iyi oynadım, bu rolü öyle güzel kıvırdım ki gerçek oldu. Yemin ediyorum -annem dışında- kimseye ama kimseye karşı öfke bulamıyorum içimde. Öfkem saman alevi gibi parlıyor ve hopf, yok oluyor. "En azından birini, sadece o olduğu için ve gerçekten sevebiliriz" oyunu da pek sevdiğim oyunlardan biri idi. En azından birini, sadece o olduğu için ve gerçekten sevdiğime inandım ama Tilki'nin de dediği gibi hiçbir şey mükemmel olamıyor. O kişi beni sevmiyor, sevgiye de inanmıyor. Durum böyle olunca onu uzaktan sevmek sevmelerin en güzeli oluyor, bunu fark ettim. Demek ki sevmek, birlikte olmak, iletişim halinde olmak, illa ki dokunmak ve dokunulmakla alakalı değilmiş. Sevmek bir şeyin güzelliğini görmek, onu anlamak, takdir etmek ve kendi haline bırakmakmış. Ona sahip olmaya çalışmak değilmiş.

İnsanlar hep sevmenin değil sevilmenin hayalini kurarlar. Ender bir keresinde bana "Cessie, bu dünyada ne inşa etmek isterdin?" diye sormuştu. Ben de "Bu dünyada gerçek, büyük bir sevgi inşa etmek isterdim." diye yanıtlamıştım. Hayatımda tek bir canlıyı sonsuzca ve hiçbir karşılık beklemeksizin, sadece var olduğu ve öyle olduğu için sevmiş olduğumu fark etmiştim o zamanlar, o da kedim Miller'dı. Hiçbir insan bana Miller kadar yakın olmadı, ben de hiçbir insanı Miller'ı sevdiğim gibi sevmedim. Mert o zamanlar sevgilimdi, kediyi delicesine kıskanıyordu. Bu sevgiyi bir insana, türdeşime karşı duyabilirsem, yani bu yarak kürek dünyada böyle bir şey vuku bulabilirse dünya daha renkli, daha güzel bir yer olacak sanıyordum.

Ender'den sevgi bekledim, dostluk bekledim, anlayış bekledim ve bu beklentiler beni çok yordu. Kahve falları mütemadiyen bu oğlandan bir bok olmaz diyor, arkadaşlarımın çoğu artık çocuğun ismini duyunca kafalarını sağa sola çarpmak istiyor ahahah. Bazıları Ender'in neyini sevdiğimi asla anlayamıyor falan filan ama sonunda dün gece, Görkem'le konuşurken ayağıma bağlıymış da beni çekip duruyormuş gibi hissettiğim o koca taştan kurtuldum.

Ben Ender'i hep Ginsberg'ün şiirindeki, kendisini lokomotif sanan ayçiçeğine benzetiyorum. Hep diyorum ki o hayatımda gördüğüm en güzel şey. Bu kadar güzel olmasının nedeni bu kadar kaotik, şuursuz ve dengesiz olması herhalde, biraz da ne kadar güzel olduğuna dair en ufak fikrinin olmaması. Her şeyden korkan, hayattan korkan, sevgiden korkan -çünkü insan sevgi ile de yaralanabilir- bu çocuk bana kedim Miller'ın evimize geldiği ilk geceyi hatırlatıyor. Ona bir keresinde bir hayvan olsaydın ne olurdun diye sormuştum, ayı olurdum demişti. Gülmüştüm ve demiştim ki "Hayır, sen bir kedisin."

Şimdi ondan hiçbir beklentim kalmadı. Ne aşk, ne dostluk, ne kibarlık... İyi şeyler beklemediğim gibi kötü şeyler olacağından da endişe etmiyorum artık. Dediğim gibi, kendimi koca bir taştan kurtulmuş gibi hissediyorum. Herhalde başardım, kendi türümden birini gerçekten sevmeyi yani. Umarım başarmışımdır.

Kendi ürettiğim kusurlu sevgi dışında da hiçbir sevgiye, dostluğa, arkadaşlığa, aşka inanamıyorum artık. Bu eve ilk kez kızlarla tanışmaya geldiğimde bana dediler ki (odamda yatak yoktu) "Cessie bak, zor durumda isen al bir valiz gel, eşyalarını daha sonra taşırsın zaman içinde. Yatak matak da ayarlanır. O zamana kadar istersen beraber bile yatarız, istersen minderlerden yatak yaparız sana, kendini sıkıntıya sokma kalacak yerin yoksa." Ben ne diyeceğimi bilemedim, hayatlarında ilk kez gördükleri bir insanım. "Ne yapacağım, bu eve taşınacak mıyım" diye düşünürken fark ettiğim ilk şey onlar bana kucak açarken benim aklımdan ilk geçenin "Kesin bunun altında bir şey var" oluşu oldu. Sabah kalktığımda Ebru'ya ben bu eve taşınacağım dedim. İnsanlardan sonsuzca korkmak, her şeyin altında bir bok arayıp bunu külyutmazlık saymak oyunu oynamanın güzel bir biçmi olmayacaktı.

Geceyi Görkem'in çiğköfte ısmarlaması ile sonlandırdık ve bir Angara klasiği daha sorunsuzca tekrarlanmış oldu. Eve taksiyle döndüm çünkü artık eve taksiyle dönülebilecek bir yerde yaşıyorum.

Sabah titreyerek ve karın ağrıları içinde uyandım. Zehirlendiğimden şüphelendim ama şimdi iyiyim. Barış Bıçakçı okumaya başladım, ay umarım bu kez muvaffak olurum kitabı bitirmeye...

Şalanjda galiba sekizinci haftadayız. Sekizinci haftanın sorusu, hayatımı etkilemiş bir kitap... Aooooo bu sorunun cevabını çok çok iyi biliyorum arkadaşlar ahahahah.

Sadece benim değil, Mert'in ve Burcu'nun da hayatını etkiledi bu kitap. Bu kitap olmasaydı bu kadar sıçıp batırmış durumda olur muyduk hiçbir fikrim yok gerçekten. Ben birinci sınıftayken sevgili Bülent Hoca bireyci mi toplumcu mu olacağınıza karar veremediniz bir türlü diyerek hangi taşları yerinden oynattığını da bilmeden bu kitabı önerdi bana, oku tartışalım dedi. Asla tartışmadık çünkü hep çok meşguldü... Bu kitabı yalnız ben okumadım, zannediyorum kitabı sınıfın yarısı okudu, öteki yarısı da okumaya niyet etti çünkü Bülent Hoca bölümün en cool hocalarından biriydi. Benim için hiçbir zaman sıradan bir kitaptan öteye gidemedi Hayatın Kaynağı, akıcı, yeni bir bakış açısı kazandıran bir kitap, bu açıdan iyi bir kitap, güzel karakterler, keyifli ve çok doğru fikirler de var, tamam. Ama Mert, yaz tatilinden döndüğümüzde kadının neredeyse tüm kitaplarını okumuş, benim bir Ayn Rand karakteri olduğuma karar verip bana aşık olmuş ve kendisinden de bir Ayn Rand karakteri yaratmaya ant içmişti. İşte tüm arkadaşlarımızla irtibatı keserek başladı. Etrafında sadece ben, Burcu ve Utku kaldık. Burcu ve Utku, Mert tarafından terk edilmekten korkarken ben Mert'in bu aşırı ve çocuksu davranışıyla ölümüne dalga geçiyordum, o da bana daha çok aşık oluyordu. Sonra onlarla da koptu, bir tek ben kaldım. Ben ilk atağımı geçirdim, Mert bir kitap kahramanı olmayışımı hiçbir zaman kaldıramadı, kendisinin de öyle olmadığını ve olamayacağını fark etmek onu daha sessiz, daha korkak ve daha depresif yaptı ve benim zaten bir kitap karakteri olmak, kusursuz olmak gibi kaygılarım olmadığından yolumu iyi kötü buluyorum hiç değilse arıyorum ama o yaşamdan sonsuzca korkarak odasında bilgisayar oyunları oynuyordu son bıraktığımda...

Burcu ile arkadaşlığımız biraz parazitik idi. Okuduğum kitapları okur, izlediğim filmleri izler, yapmak istediğim şeyleri yapmak isterdi. Yan dala benimle başladı, hiç ilgilenmediği bir konudan benimle birlikte özel çalışma aldı çünkü kendi başına gidip hocalarla konuşamıyordu herhalde. O Mert'i seviyordu, biz Mert'le sevgili olduk. Dolayısıyla bir şeyler yürümedi ve Burcu ile de koptuk. Son konuşmamızda öğrendim ki okulu derece ile bitirmesine rağmen diplomasını bile almamış. Galiba Burcu'nun hayatında olsaydım, o diplomadan ve yüksek lisans hayallerinden vazgeçmesine izin vermezdim. En azından elimden geleni yapardım. Ben kendimi keser ve delice uyurken o dolap kapılarını çarpmak ve homurdanmak yerine bana biraz yardım etmeye çalışmış olsaydı, belki de mezun olmuş olurdum. Görüyorsunuz burada kanat çırpan bir kelebek Zimbabwe'de nelere neden oluyor, o yüzden insanlara fütursuzca kitap önermemek lazım ahahahah. 

Gideyim de bir sigara daha içeyim. Naxatras'ın yeni albümü yayınlanmış.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;