12 Aralık 2016 Pazartesi

gerçekten güçlü kalamıyorum ve dağlar bayırlar

gerçekten şu an inanılmaz sinirliyim ama kendimi yatıştırıp giriş-gelişme-sonuç çerçevesinde düzgün bir şeyler yazmaya çalışacağım... gerçekten.

çarşamba günü dart maçına gitmedim çünkü perşembe günü sınav vardı. dağcılık kulübüne eşyaları teslim et, yeni eşyaları al, yeni çadır ekibiyle tanış, iş bölümü yap derken sıhhiye kampüsündeki malzeme odasını terk etmem zaten sekizi buldu. bir şeyler ye cart curt derken yine eve gecenin köründe geldim anasını satayım. sırtımda yine koca bir çanta olduğunu gören cansu'nun soran bakışlarına "hafta sonu yine dağa gidiyormuşum." gibi bir yanıt verdim. babamın ameliyatı ocağa sarktı zira.

ertesi gün uyanamadığımdan evden çok geç çıktım ve umutsuzca otostop çekmeye başladım. bir kadın durdu, bizim apartmanda 43 numaralı dairede oturuyormuş. aldı beni arabasına, muhabbet ederek beytepe köprüsüne kadar gittik. arkada da oğlu vardı. işte böyle insanları seviyorum arkadaşlar, canım dilek abla, ismi dilek'miş. hafta içi her gün on iki buçuk gibi beytepe taraflarına gittiğini söyledi, oğlunu okula götürüyormuş. telefon numarasını verdi, "o saatlerde dersiniz falan varsa arayın, sizi de bırakırım, ne zaman bir şeye ihtiyacınız olsa kapımı çalabilirsiniz " dedi. buraya istanbul'dan gelmiş ve ankara'yı hiç sevmemiş. gerçi istanbul trafiğinden de yılmış kadın ama yine de burayı çok donuk ve ruhsuz buluyor. ben de öyle. ona gerçekten hayatımı kurtardığını söyledim, hemen otostop kuyruğuna koştum. çok beklemeden bir araç durdu doluştuk içine. talih benden yana bu gün diyordum ama nizamiyede güvenliğe takıldık. neden bilmiyorum ama herif kampüse girmek için kendini parçalıyor ve fakat içeriye girmesi için geçerli bir gerekçe gösteremiyor. araçtan indik ve adam söylenerek kampüsten uzaklaştı. güvenlik görevlileri bize otostopun tehlikeleri konusunda nutuk atmaya hazırlanırken, benimle birlikte araca binen oğlanlardan biri "siz hep kampüse faşistleri alıyorsunuz, ondan oluyor bunlar." dedi. diyalog içerisinde bu cümleye ciddi anlamda hiçbir mana veremedim ve "allah sen sabır ver yarabbi" diyerek karşıya koşup otostopa devam ettim.

koştur koştur bölüme gittim ve sınava girmeyi başardım. sınavdan sonra laba geçtik. ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi. bir çılgınlık yapıp hem danışman hocam hem benç hocam olması nedeniyle emel hoca'yla diyalog kurdum, söylediğim her şeye gülüyor, herkes söylediğim her şeye gülüyor, gerçekten anlamıyorum.

oradan çıkınca kentpark'a geçtim ve ebru'yla buluştuk. cumartesi dağa gidecektim ve çok gergindim. kentpark'ta buluştuk çünkü üzerime giyecek hiçbir şeyim yok. "hadi yemek yiyelim" dedim ebru "soul'a gideriz diye düşünmüştüm" dedi ve kafamdan aşağıya kaynar sular falan döküldü. soul'a gidiyoruz, siktiğimin soul'una gidiyoruz çünkü ortada yine sonuç vermeyecek gönül meseleleri var ve artık gerçekten onun adına da kendi adıma da bu sonuçsuz ve anlamsız gönül meselelerinden yıldım. biraz sakinleşmeye çalıştım, biraz huysuzlandım sanırım ama ertesi günü feda edip soul'a ertesi gün gitme teklifi ile o akşamı orada geçirmemiz sağlandı.

kendime bir çift polar eldiven, bir bere, iki eşofman altı ve bir polar üst aldım. ertesi gün de dilay'a şu üstteki mesajı yazdım. ohohohohohohohho tabii ki bu bir yanılgıydı ama oraya geleceğiz.

cuma günü üç gibi çıktım evden. kızlarla buluşup yemek yedik, oradan sarkaç cafe'ye geçtim çünkü eğitim vesaire... okulda toplaşmamıza izin vermedikleri için cafelerde toplaşıyoruz. oradan söz verdiğim gibi ebru'yla buluşmak için soul'a geçtim. yine boş, kırıcı, gereksiz mevzular ve oradan asla erken kalkamadım. ebru'ya bu konuda öfkeli olduğumu söyleme gereği bile duymuyorum ama kıyamıyorum da. zaten o da olsa benim için aynı şeyleri yapardı, bunu da biliyorum. AMA YİNE DE ÖFKELİYİM. ebru çakırkeyif oldu ve işte bize gelmesini teklif ettim. çanta hazırladım, duş aldım derken saat üç buçuk oldu ve beşte kalkmam gerekiyordu. kendisini uyarmama rağmen "hayır cessie ben hiçbir zaman o geceki kadar içmedim ve öyle kusmadım" diyip şarapları nefes almadan yuvarlayan ve sonra kusan ebru'ya tekrar teşekkür ediyorum. bunları okuyunca muhtemelen "ama bana bunlardan rahatsız olduğunu söylememiştin" diyecek ve rahatsız olacaktır ama gerçekten kendimi yatıştırmayı bekliyorum bunları konuşmak için yoksa kalbini kıracağım. her neyse bir buçuk saatlik uykuyla, kendimi dışarı attım.

yedide sıhhiye kampüsünde, diş hekimliği'nin önünde olmam gerekiyordu. "altıda otobüs var, yetişirsin" demişlerdi falan ama yokmuş altıda otobüs. ilk otobüs siktiğimin toki turkuazına altı ellidörtte geliyormuş. dolayısıyla panikle taksiye atladık, mert de benimle koru'ya geldi çünkü kampüse geçecekti. o beytepe'de indi ben kızılay'a, oradan kurtuluş'a geçtim ve yedi buçukta, YEDİ BUÇUKTA buluşma noktamıza gitmeyi başardım. ekip arkadaşlarıma geliyorum, bana ulaşamazsanız bilin ki metrodayımdır diye haber salmıştım. kurtuluş'ta taksi bakınırken burak aradı, "burak mı, burak kimdi ya?" dedikten sonra burak'ın kulüp üyelerinden biri olduğunu ve burak'ın eğitmenimiz olan burak olduğunu hatırlamam ve yaşadığım dehşet fkjshkgfd. "cessie, nerdesin?", "taksideyim geliyorum." yanımda yalnızca yüz lira vardı ve taksici onu bozamadı. ama bir otobüs dolusu insanın beni beklediğini ve iyiden iyiye panik olduğumu görünce, "boş ver, müsait bir zamanda metro çıkışındaki büfeye beş lira bırakırsın" dedi ve gitti.

koştur koştur otobüse gittim, burak'a da "gerçekten çok özür dilerim" dedim ve -bence- kendisini gülmemek için zor tutar bir halde "hadi geç arabaya, sonra konuşacağız bunu" dedi. sinirden gülmemeye çalışıyor da olabilirdi tabi. ben olsam sinirden gülmemeye çalışıyor olurdum. çantamı arka koltuğa fırlatıp dilay'ın yanına geçtim. neyse ki dilay inanılmaz tatlı ve pozitif biri ve beni bir hayli yatıştırdı.

yolda bir yerlerde mola verdik ve çay içtik ve oradan sigara temin edebildim. çünkü sigara bile alacak vaktim olmadı sabah. işte birkaç insanla biraz sosyalleşme fırsatı buldum. sonra kızılcahamam civarlarında bir yerlerde indik, çantaları yüklendik ve yürümeye başladık. biraz ötede durduk, çöp poşetinden tozluk yapma işine girişecektik. birileri bana kendi tozluklarını verdi, sanırım fazladan getirmişler. o tozluklar olmasaydı ne yapacaktım fikrim yok gerçekten çünkü çöp poşeti o kadar da kullanışlı olamıyor fkdsjkgs.

aydın "ayakkabıların pek elverişli değil kara cessie, keşke söyleseydin, bir şeyler ayarlardık" dedi. ayakkabılar da zaten benim değildi, cansu'nundu. "bilmem, geçen sefer de bunlarla geldim, şimdilik idare ediyorum" dedim. şaka yapmıyorum, ayakkabılar cansu'nun, üzerimdeki mont ve polar eda'nındı. üç çift eldiven götürdüm, bir çifti yine cansu'nundu. beş çift çorabımın da iki çifti mert'indi fjkdkgjfd. yani haydar'da yaşadığım korku dolu deneyim ve küçük "panik atağ'ı teğet geçtik" krizinden sonra, devam eder miyim etmez miyim bilinmez diye ağır toplara giremedim arkadaşlar fkjskg. kaderimi bu kamp belirler artık diye düşündüm.

her neyse, çantaları tekrar yüklenip yürümeye başladık. o kadar yorucu geldi ki, kan ter içinde kaldım falan. arkada kaldığım için her on dakikada bir birileri yanıma gelip "iyi misin" diye sormasa kendimi daha rahat hissedebilirdim, işte nefret ediyorum gruplardan ekiplerden. bir ekibi ben yönetmiyorsam, bir ekip içinde bulunmak istemiyorum galiba, caretta kampı istisna fkjshkfsd. fatih, bubu ve ceren beni her şart ve koşulda yönetebilir buna itirazım yok gdkjgkfd.

daha biiir sürü yolumuz olduğunu ve yalnızca mola verdiğimizi düşünürken, burak "geldik arkadaşlar, kampı buraya kuracağız" dedi. "ne demek ya nasıl geldik ki?" dedim, "geldik." dedi. dilay'ın kulağına eğilip "bazen o kadar akıl almaz şeyler söylüyor ki, ciddiye alsam mı almasam mı bilemiyorum." dedim.

sonra burak bize kar blokları yapmayı ve kar duvarı oluşturmayı gösterdi. biraz alıştırma yaptıktan sonra çiş alanını ve su temin alanını belirleyip, çadırlarımızı kuracağımız alanları seçip -orada bir arsa davası çıktı küçük çaplı ve şakayla karışık fjkkfs- kar duvarlarımızı yapmaya başladık.
çadırlarımızı kurduk. sonra burak ocağı nasıl yakacağımızı öğretti ve herkes ocaklarını yakıp kar eritmeye başladı. sanırım dağda ısınmanın iki altın kuralı var:
1- tüketebildiğin kadar sıcak sıvı tüket.
2-işeyebildiğin kadar işe.
ben ikisine de muvaffak olamıyorum.

tüm bunlar olurken oradaki insanlarla kaynaştım. bu kez çadır arkadaşlarım ahmet ve emil'di. ahmet mühendis ve tam bir mühendis. mühendis olmasaymış ne olurmuş bilmiyorum. emil rus. emil'in rus olduğuna hiçbir şekilde inanmıyorum, kendisine de söyledim. yanında getirdiği rusça basım "bülbülü öldürmek" bile beni ikna etmeye yetmedi arkadaşlar kjskjfskj. "bana rusça öğret" diye yakasına yapıştım ve birkaç harf öğretti sağolsun. rus alfabesi ile yazılmış "harper lee"yi tanıyabileceğime inanıyorum en azından kskjk.

emil buraya tıp okumaya gelmiş, ankara'da dördüncü senesiymiş. önce türkçe öğrenmek zorunda kalmış tabii. "benim en çok istediğim şeylerden biri bir gün rusya'ya gitmek! allaşkına sen neden kalkıp buraya geldin?!" dedim. rusya'da eğitim çok kötüymüş, özellikle tıp eğitimi. doktor olmak istiyormuş ve iyi bir doktor olmak istiyormuş. "orada hocaya bir şişe votka hediye ederek dersi geçmen mümkün, buradaki gibi sınavlar da yok" dedi. ben de "sen delisin" dedim fksdjlfds. "böyle düşününce kolay gibi geliyor ama aslında çok kötü bir şey" dedi. "doktor olacaksın, ya da başka bir şey, ama mesleğinle ilgili hiçbir şey bilmiyorsun. hiç güvenilir değil, sen böyle bir sistem içinde yaşamak ister misin?" istemem gerçekten, çocuk haklı. eğitim sistemi bizimkinden daha kötü olan bir ülke hayal edememiştim, şaşkınım.

emil çok tuhaf bir çocuk. yaptığımız kar duvarını elli kere yıkması falan beni delirtti, biraz da egoist, biraz da nahoş bir hırsı var ama çoook iyi kalpli. sürekli titrediğimi gördüğü için beni çadırdan neredeyse hiç çıkarmayıp suyu falan sürekli çocuklar erittiler. yatarken ayaklarını ayaklarımın üzerine uzatıp beni ısıtmaya çalıştı. bize pilav yaptı.

yemekler yendikten sonra burak ve öteki eğitmenler hepimizi topladılar ve kazmaları nasıl kullanacağımızı gösterip "haydi deneyin" diye bizi bir tepeye saldılar. bu kez uçurumlar ve vadiler olmadığı için gergin değildim. ağaçlar olduğu için de ekstra mutluydum. kar biraz daha uygundu galiba yürümek için, gerçi anlattıklarına göre bu kar bile çok sağlıklı ve istenen bir kar değilmiş. tepeye çıktım, biraz gezeleyip indim. çocukların bir kısmı selfie çekeceğiz, güneşe bakacağız diye inmeye yanaşmadılar. burak aşağıda çaresizce sekizinci kez falan "hadi insenize artık, ben mi geleyim illa" diye bağrınırken ona "şu an çocuklarını parktan eve dönmeye ikna etmeye çalışan bir annesin." dedim fksjfsd.

sonra çadırlarımıza geçtik tekrar. "çadırda zaman geçirmeye alışmanızı istiyorum" dedi burak. bazen hava şartları el vermediği için kamp attığın yerde saatlerce çadırdan çıkmadan kalman gerekebiliyormuş.

bu işin en iğrenç kısmı çadırda kalmak. sessizlik, yalnızlık, işsizlik yüzünden falan değil. soğuk yüzünden. hareket etmediğiniz sürece o kadar çok üşüyorsunuz ki. sürekli çay kahve içmekten içim bayıldı, midem bulandı. işemek ayrı bir olay zaten, o havada kuytu bir köşe bulup buz gibi rüzgara kıçını açma fikri gerçekten dehşet verici.

çocuklar su kaynatırken aydın'la konuşma fırsatı buldum. ne okuduğunu sordum, galiba mühendislik okuyormuş, yanlış hatırlıyor da olabilirim. "ama bıraktım okulu" dedi. "bu müthiş bir fikir, ben de bırakmak istiyorum okulu. şimdi ne yapıyorsun?" dedim. "decathlon'da çalışıyorum" dedi. sponsor bulup kendisini dağlara vurmayı umuyormuş. "e anan baban ne diyor bu işe?" dedim "bir şey oku bari bir diploman olsun elinde dediler, ben de hallederiz ya dedim" dedi. böyle çözmüşler olayı, mis gibi. AYDIN İZ DI BEST !

gece burak çadırları dolaştı, bizim çadıra da geldi. biraz sohbet ettik. bir insanın dağda işi var gerçekten bilmiyorum, baştan sona eziyet ve bu düşüncelerimi onunla da paylaştım. "sen niye geldin o zaman?" dedi, "inan ben de kendime aynı soruyu soruyorum ve mantıklı bir yanıt da bulamıyorum." dedim.

şaka yapmıyorum, gerçekten baştan sona eziyet. gece titremekten uyuyamıyorum, tırmanmaktan, inmekten, düşmekten deli gibi korkuyorum. elimde kazma kara basarken aklımdan yüzlerce senaryo geçiyor, beynimde o kazmanın ucu gözümü kaç kez çıkardı bilmiyorum fdshkjfds. su elde etmek için kar toplayıp eritmek zorundasınız. ısınmak için hareket etmek zorundasınız ya da litrelerce çay içmek zorundasınız. altınızda yalnızca bir mat var ve sarılma yastığınız da yok fdsjkfds. kitap okuyayım deseniz, üşümekten okuyamıyorsunuz. sırtınızda yüz elli kiloluk bir çanta var ve o çantayla yokuş yürümek ölüm. bacaklarınız, sırtınız, her yeriniz ağrıyor. en azından hayatında yaptığı en hareketli şey buz dolabına kadar gidip gelmek olan biri için, yani benim için böyle. yine de bütün bunları anlatırken, muhteşem bir deneyimmiş gibi hissediyorum. bence katıksız mazoşizm, başka hiçbir şey değil.

beşte bir çantayla hazır olmamızı istedi. "bizi kandırıyorsun" dedim "sonra yine gidip çadırlarınıza yatın diyeceksin." "sen üçte hazır ol cessie, sonra da gel beni uyandır" dedi. "ney? napıcaz üçte?"dedim. "göle kadar bir yürür geliriz, spor olur" dedi güldü. "öyle bir dünya yoook, öyle bir şey yok" dedim. "susuyorum ve hiçbir şeye muhalefet olmuyorum, sustum ben." "neden, bence güzel bir fikir" dedi. "bak" dedim "sabrımı sınıyorsun, beni korkutmaya ve yıldırmaya çalışıyorsun ama, başarılı olamazsın. gerçekten üçte dikilirim başına, bence birbirimize bunu yapmayalım ve bu sevdadan vazgeçelim." neyse ki vazgeçtik bu sevdadan. fmsdklfds.

biraz dağlardan bayırlardan konuştuk, biraz burak'a sorular sorduk, biraz bana güldük ve sonra çadırına gitti yattı. beşte herkes hazırdı.

başka bir yamaca gittik, bize karın durumunu gösterdi ve anlattı. kar gerçekten daha yumuşak ve kaygandı. kısa bir yürüyüş yapıp döndük. yıldızlar ve ağaçlar müthişti *.*

burak kaya tırmanışlarına devam edip etmeyeceğimi sordu. hiçbir fikrim olmadığını söyledim. çok üşüdüğümü, çok korktuğumu ve daha çok üşüdüğümü söyledim. "bence devam et, bence çok eğlenceli olur" dedi. "eveth, senin açından eminim çok eğlenceli olur." dedim. eveth, beni eğitmek herkes için gerçekten çok eğlenceli oluyor. tam bu noktada, sadece kendisini eğlendirmem ve ekibin motivasyonunu yükseltmem için beni niğit ekibine dahil eden fatih'i hatırlıyorum. EVETH, CESSIE'NİN ŞAŞKIN ÖRDEK YAVRUSU HALLERİ TABİİ Kİ ÇOK EĞLENCELİ, O ORADA KALP KRİZİNİN Mİ EŞİĞİNDEE, HİSTERİ KRİZİ Mİ GEÇİRİYOR KİMSENİN UMURUNDA DEĞİL. dkjkjdkj. neyse alınmıyorum, ben de öteki insanlardan kendi eğlencemi yaratma konusunda fena sayılmam jdsehkjrs.

kısa yürüyüşümüzün ardından tekrar çadırlara döndük. dilay telefonunu kaybetmişti, bizim çadırın oralarda düşürmüş, emil buldu. sonra tekrar yatmaya gittik.

sabah onda herkes hazır olacaktı. sekiz buçukta uyandık, kahvaltı ettik, TABİİ Kİ ÇAY İÇTİK ve toparlanmaya başladık. ocak yakmayı öğrenmeme konusundaki ısrarıma burak'ın mantık sınırları içerisindeki yaklaşımı sebebiyle, kahküllerimi tutuşturma ihtimalini de göze alarak sabah ocağı ben yaktım jmhskjs hiçbir yerim tutuşmadı.

dönüşte mola verdik ve oturuyorduk. burak "nooldu?" dedi "bir şey olmadı" dedim. "suratın beş karış" dedi. suratım nasıldı bilmiyorum, aslında kötü hissetmiyordum. "titremekten uyuyamamalara doyamadım, evime ve sıcak yatağıma kavuşma fikri gerçekten şu an yüreğimi dağlıyor, ondan olabilir." dedim, güldüler bana. kinayeli bir yanıttı ama, sanırım gerçekten şehre dönmek istemiyordum. alaycı yanıtım aslında alaycı değildi, gerçeğin ta kendisi falandı.

o kadar tuhaf ki, ne gerginliklerle çıkıyorum ben bu yollara ve yanımdaki herkes ne kadar destek oluyor. istanbul'a gidişlerim, antalya'ya gidişlerim, dağa bayıra gidişlerim, hepsi aynı gerginliğin etrafında dönüp duruyor. son dakikada vazgeçiyorum, çocuklar iteliyor. sonra işte korkular, panikler, çeşitli güzellikler, iyilikler.

kendimi bedensel anlamda zorlamayı pek sevmiyorum. akşam çadırda da anlattım bunu, kick boks'a nasıl başladım biliyorsunuz zaten ve beş altı ay da devam ettim galiba. her defasında kendime "burada ne işim var amk ya" diye soruyordum. yani kan ter içinde kalana dek koş, atla, zıpla, şnav çek, mekik çek bir de yetmiyormuş gibi git onu bunu tartakla, gözüne ağzına yumruk ye, kulağına tekme ye... yooo dostum ben almayayım, dünyanın en iğrenç sporu falan. ama kendimi zihinsel anlamda zorlamak, ya hayatın içindeki küçük stresler, salak aşk acıları değil kastettiğim, daha başka kaoslar yaratmak, böyle stresler yaratmak sonra bunlarla başa çıkmak falan hoşlandığım bir şey galiba. yani sen merdiven inip çıkmaktan bile korkuyorsun, dağda bayırda ne işin var? ondan sonra gece uyuyamıyorsun işte "ay ya düşer de ölürsem, eyvah ya kendimle birlikte birini de düşürürsem" diye. işte gerek yok mesela buna ama duramıyorum ki, oturduğum yerde oturamıyorum.

geçen sefer de söylemiştim, bir soğuk var bir de yürümenin kendisi. başka hiç bir şey yok. ama yürümenin kendisi muazzam, utku'nun şarkıda da dediği gibi, daha uzağa yürümeli... ne bileyim, tuhaf.

tabii ki yine şehre gelmeden cansu'yu aradım. kızılay'a geldi sağolsun. her defasında da dönüşte çantamı o taşıyor. bu kez selcan da vardı. yemek yedik biraz sohbet ettik. ben fark etmemiştim ama inanılmaz yorulmuşum, ayaklarım da hâlâ ıslaktı zaten. kalktık eve dönüyorduk, gelmişken hadi kulağımı deldirelim dedim, kulağımı deldirdik gdjhjgkd. ben ve sadist estetik anlayışım, ne diyeyim ki gkdjkgfd.

çantayı boşaltıp eşyalarımı yere yığmıştım makineye atmak için. mert sağolsun fareyi salmaya karar vermiş. bunu fark edince dehşete düştüm ve "kıyafetlerimi kemirecek, onu kafesine koy" diye haykırdım. "hayır yapmaz öyle bir şey" dedi, yine de fareyi kafese soktuk ama bu sabah anladık ki her şey için geç kalmışız. bir kez bile giymediğim eşofman altı kullanılamaz durumda şu an ve polarımda da koca bir delik var. mert sana yenilerini alırım diyor ama ben sakin kalamıyorum arkadaşlar çünkü bana kalırsa ben bu kıyafetleri saf ve katıksız aptallık yüzünden kaybettim ve saf ve katıksız aptallık tahammül edebildiğim bir şey değil. şimdi mert özür mahiyetinde yanı başıma mandalina bıraktı. onları yiyip sakinleşmeye çalışacağım.

dağdan inince öğrendim, patlama olmuş istanbul'da. çocukları yokladım bi. ender'e canlı mısın diye mesaj attım, canlıymış. koray canlı mı değil mi onu sordum, iyidir dedi. ebru sağolsun sormuş öğrenmiş. begüm çok yakınlardaymış, allahtan başına bir iş gelmemiş. geceleri uyuyamayarak ve akıl sağlığını korumaya çalışarak sandalye kaplıyordu son yokladığımızda. birkaç arkadaşı daha aradık, hepsi iyiler çok şükür. yarabbim, ne zaman kendi küçük dünyamda huzurla takılsam bu memlekette bir şey oluyor, hayatın en doğal, en güzel anlarını bile suçlulukla dolduruyorsun sonra, ne bileyim. allah belanızı versin, üç kuruş para iki paralık siyaset için insan insana bunu yapmaz. hepimiz cehennem ateşlerini falan hak ediyoruz.

dilay yüz elli kez falan "aladağlar'a da gel" dedi, ben de ona ocak sonuna dek bir sayborga dönüşmediğim müddetçe dağa mağa gitmeyeceğimi söyledim ama kimi kandırıyorum ki ya, gideceğim yine kesin. çünkü hayat çelişkiler, çelişkiler ve daha çok çelişkiler... bakınız bu da şarkı:



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;