17 Ekim 2017 Salı

günleri kaçırdım, dün 14. olsun

Antalya'dan manevi abim Fatih, Adana'dan kurtarıcım ve kahramanım Bubu, Antep'ten de canım ciğerim Uğur geliyordu. Bu insanların buralardan gelmesi dışında hiçbir şey beni evden çıkaramazdı herhalde ama sanırım dört gün önce, bu vesile ile duşumu alıp evden çıkmaya muvaffak oldum, akşama doğru. Ahır'da toplandık, sonradan Fadik ve Hülya da geldi, Yakup efendi geldi, bira içtik, yemek yedik, sohbet ettik. Sonra kebapçıya gidip bir daha yemek yedik. Sonra AFC'nin evine geçip rakı içtik ama herkes yorgun olduğundan içme konusunda büyük performanslar sergilenmedi. Hepimiz bir yerlere kıvrılıp yattık.

Ertesi gün Uğur'la Bubu bize kahvaltı hazırladılar. Bu takım işleri hiç beceremediğimden kimse benden kahvaltı veya yemek hazırlamamı beklemiyor, ben de insanların emeklerini -mecazi değil- yiyerek var oluyorum ve bundan çok mutluyum. Sucuklu yumurtayı götürüp çayımı hüpletirken de çok mutluydum.

Kahvaltıdan sonra, saat öğlen 12-1 suları idi galiba, hep beraber rakı içmeye başladık. Bir ara Ekin geldi AFC yattı, Fatih ve Nazlı, Nazlılar'a kahvaltıya gitmişti onlar yoktu. Neyse efendim, elbette ki içtiğim rakıları bir takım biralar ile de taçlandırmaya karar vermişim, hocanın duvarlarını hunharca karalamışım, bir köşeye "Ender seni seviyorum" yazmışım ve tüm bunlardan sonra koltukta sızmaya karar vermişim.

Bu esnada Fatihler gelmiş, insanlar acıkmış, beni uyandırmaya çalışıp başaramamışlar ve bu nedenle HER TARAFIMA VİKS SÜRMEYE KARAR VERMİŞLER. Ovalandığımı hatırlıyorum, evden çıkarıldığım ve söylendiğim anlar yok, evden çıkınca fotoğraf çekinmişiz, o da hafızamda hiç yok ama takside "Allah belanızı versin yanıyorum!" diye bağrındığım anlar da hafızamda canlı.

House'a gittik, dart attık yemekleri beklerken, dart kısmını hayal meyal hatırlıyorum. Balıklarımızın gelişini ve herkesin balıklara hunharca saldırmasını da çok net hatırlıyorum.

House'dan AFC'ye geçerken Derya'yı aldık, Derya hocanın arkadaşı. Yolda "Endonezya'ya nasıl gidilir Derya?" diye onu darladım. Eve gelince koltuğa kıvrılıp uyumuşum, hoca fotoğrafımı çekmiş, çok duygulandım.
Gerçek babam da her fırsatta böyle fotoğraflarımı çekerdi ben küçükken. Sanırım hep beş yaşındayım, özellikle uyurken, kesinlikle beş yaşındayım.

Ben uyandığımda hoca ve Bubu dışında herkes yatmıştı. Hoca ile pis şişko Kerem hakkında konuştuk, hoca anlattı anlattı anlattııı ve yattı. Bubu'yla baş başa kaldık. Koca yürekli Bubu bana kaşarlı sucuklu tost yaptı, sonra bulaşıkları falan makineye yerleştirip yattık.

Ertesi sabah yine bi kahvaltı ve alkol rutini sürdü ama ben buna dahil olmadım. Akşam bir tane bira içtim. Derya'yı evde bırakıp Ahır'a gittik, orada da hunharca yemek yedik ve "ARTIK EVİME DÖNMELİYİM" diyerek kendimi metroya attım.

Bu alkol- sigara- alkol- biraz yemek- alkol siklusu beni öyle yormuş ki eve gelir gelmez sızmışım yatağımda, ışığı falan bile kapatmaya zahmet edememişim. Uyandığımda şarjım %3'tü ve uyuyamayan çeşitli insanlardan asla cevaplanmamış çeşitli mesajlar almıştım.

Bazen böyle oluyor, evden bir çıkıyorum en az üç gün evime dönemiyorum falan...

Duvarlara "Ender seni seviyorum" yazmalar hiç hoş olmamış, bu mevzu bitti gitti diye kendimi avutuyordum, götü başı dağıtınca her şey hortluyor ve hiçbir şeyin bitememiş olduğunu görmek çok can sıkıcı. Ama bu hayatta daha büyük sorunlarım var, paramın olmaması, evi hâlâ tutamamış olmamız, gözlük kullanıyor olmam ve bu takım şeyler... Gerçekten ruh ikizim olduğuna inandığım adamın müthiş şuursuz olmasının ve muhtemelen benden tiksinmesinin falan üstesinden gelebilirim. Bu hayatta üstesinden gelebildiğim pek çok şey var, kendi muhtemel ölümümün üstesinden gelmiştim ve bunu da aşabilirim, bu küçük sevgi ve özlem parçacıklarını içip götü başı dağıttığım zamanlara sıkıştırabiliyorum hiç değilse.

Akşam erken yatınca sabah da erkenden uyandım. Evde aysti olmasını çok yürekten dilemiştim ama tabii ki yokmuş. Bu gün büyük ihtimalle Seda ve ben, Cansu'nun çalıştığı tokacıya iş görüşmesine gideceğiz. Bu gün toka etiketleyerek başlayan kariyer basamaklarını azimle tırmandığımı ve bir gün bir zirve nokta olarak kendi tokacımı açtığımı hayal ediyorum. O gün kucağımda kedimle o meşhur dönen sandalyelerde oturuyor olacağım ve diyeceğim ki "Hatırlıyor musun Ender, bir zamanlar fakir ama gururlu bir kız vardı, hâlâ fakir ve hâlâ gururlu!" fksdjfkjdsklfsdş.

Bütün bunların dışında üj-bej kitap okumuştum onlardan da bahsedesim var. Kısaca bahsedeyim de sonra börtlenli çay yapayım. Tabi bu koşuşturma sırasında okuma maratonu da şalanj gibi götümde patladı... Neyse...

Biraz şiir okumak istiyordum, böyle durumlarda hep ikinci yeniye yapıştım, bu sefer dedim ki, yaşamın şu evresi Nâzım Hikmet okumanın tam vaktidir. Son derece bilinçsizce Benerci Kendini Niçin Öldürdü?'yü aldım.  Bunda hep kurgusu olan şiirler var, öykü-şiirler. Goodreads'de baktım pek sevmemişler bu kitabı ama ben bayıldım. Zaten daha önce de söylediğim gibi, Nazım'ın yaşam coşkusuna bayılıyorum, hiç bitmeyen umuduna, yaşam konusundaki yargılarına... Zaten bu devirde böyle küçük umutlar yeşertenler yalnız benim gibi aptallar ama olsun, küçük şeylere inanmak, küçük şeyleri büyütmek gerek.

Sevmek mükemmel iş delikanlım.
Sev bakalım...
Mademki kafanda ışıklı bir gece var, 
benden izin sana, 
seeeeev
sevebildiğin kadar..

Sonracığıma, Budala'yı bitirmeye muvaffak oldum. Kitabın sonundaki incelemeyi zahmet edip de okumadım, Rus tarihine de hakim olmadığımdan, şimdi size elle tutulur hiçbir şey yazamayacağım ama olsun. 

Günler öncesinde hevesle başlamıştım, ilk yarısını da bir çırpıda hevesle okudum ama sonra İstanbul'a gittim, geldim derken kitaptan koptum. Son 100 sayfayı da sürünerek bitirdim. 

Dostoyevski'nin bu kitapta İsa'yı tasvir ettiği söylenir. Ne kadar doğru bunu bilmiyorum. Kitapta onlarca karakter var, ana karakterimiz hastalığı ve altın kalbi nedeniyle bir budala olarak anılan Prens Mışkin. Olaylar da hep onun bir mirasa konması ve kendine eş seçmeye çalışması üzerinden şekilleniyor. 

Bu hayatta her kötülüğün anası bir kadının kibri ve gururu olabilir diye şüpheleniyoruz, çünkü Nastasya Filippovna'yı tanıyoruz. Bir adamın yanında yaşamak durumunda kalmış, kendisini düşmüş bir kadın olarak görüyor ve yaşamını zenginlerin yaşamını mahvetmeye adıyor. Kendisine yardım eli uzatan Prens'i de geri çeviriyor. Prens'in arasını iyi aile kızlarından biri olan Aglaya ile yapmaya çalışıyor başta ama sonra bu kibir ve gurura yenilip o işi de mahvediyor. Beraber kaçtığı Rogojin'in hayatını da, kendi hayatını da, Mışkin'in hayatını da. Bütün bu karmaşık süreci sayfalarca okuyoruz, bu esnada Prensimiz aşık oluyor, aşık olduğu kızın duygusal iniş çıkışlarını okuyoruz, kızın annesinin duygusal iniş çıkışlarını okuyoruz, komşu ailelerden birinin başına gelen felaketleri okuyoruz, Aglaya'nın kız kardeşlerini okuyoruz, okuyoruz da okuyoruz, herkesi okuyoruz, şimdi bunu niye okuyorum ki dediğim bir takım şeyler de okuyoruz. 

Olsun, bütün bunlar kitabı zenginleştiriyor ama benim gibi artık yılmadıysanız, bezmediyseniz bu zenginlikten keyif alabiliyorsunuz. Ömrünüzde hayatınızda ilk kez Dostoyevski okuyacaksanız bunu tavsiye etmem ama adama aşina iseniz, keyifle okuyabilirsiniz. 

Bilemiyorum çocuklar, Barış Bıçakçı'yı hiç bilemiyorum. Daha önce Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'yı okumuştum, ondan da pek bir şey anlamamıştım. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'den de anlamadım. 

Ankara'dayız, Kızılay'dayız. Sokağa çıkıyoruz ve önümüze çıkan herkesin, onun baktığı, ötekinin konuştuğu herkesin, oradaki herkesin ama herkesin hayatının bir minik parçasına zincirleme bir şekilde tanık oluyoruz. Olan biten bundan ibaret. 

Bu, Bıçakçı'nın ilk kitabıymış. Söylediklerine göre buradaki karakterleri öteki kitaplarında kullanmış. Ben Bir Süre Yere Paralel Gitti'ye nazaran daha çok sevdim bunu, Woolf'un Mrs. Dalloway'ini hatırlattı, keyifle okudum. Öteki kitaplarına da bakarım kesin, hatta Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra'yı da bir daha okurum. 

Geçenlerde Kentpark'a gitmiştik Mert'le. Bir akşam delirip bileğimi kestim, o da artık beni evden çıkarmanın hayırlı bir iş olacağına karar verdi herhalde. O zaman Arkadaş'ta dolanırken bir Şükrü Erbaş ile bir Marquez aldık. 

Eve gelir gelmez okudum, zaten kısacık bir şiir kitabı. Erbaş'ın eşi öldükten sonra eşine yazdığı şiirler, acısı, üzüntüsü, eşine duyduğu sevgi ve bağlılık, hepsi var.  Belki bunlara bakmak isteyebilirsiniz. 

Şimdi Gökteki Göz'ü okuyorum. İnanılmaz saçma bir kurgu ile ilerliyor kitap, daha önce PKD'nin hiçbir romanını okumadım, her şey böyle devam edecek diye çok korkuyorum ama kendimi yazarın kesin bir numarası var diye olmayacak güzelliklere de hazırlıyorum, hadi inşallah... 

Siz neler yaptınız, neler okuyorsunuz? Hiç ses vermiyorsunuz, bana ses verin. Ben de size bi tane şarkı bırakayım.

4 yorum:

  1. Ses! Yani, keyifsiz yaşayıp acaba sigaraya mı başlıyorum gibi bir cümleyle uyandım bugün. Aşırı keyifsiz yaptığım şeyleri hep ağzım kulaklarımda fiile döküyorum. Rol kesmek için televizyona çıkmaya gerek yok tabi ehehehe. Yazılarını okumak bana hiç kitap okumadığımı hatırlatıyor hep -can sıkıcı ama alarm gibi. Güzel günler cessie

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Umarım sigaraya başlamıyorsundur, sonra bırakılmıyor gerçekten çünkü. Ben de bazen öyle yapıyorum istemsizce, sonradan her şey çok komik geliyor çünkü, ay yaşamın her anı eğlence bana göre. En siktiriboktan günlerimi bile hiç dertli hatırlamıyorum. Bana da kitap okumadığımı hatırlatan birileri var, garip ama ahah. Güzel günler.

      Sil
  2. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi ben de okumuştum, özetlediğin paragrafı okuyup "Haa hakikaten öyleydi" dedim, başka da hiçbir şey hatırlamıyorum. Zaten bir daha da aklıma gelmedi herhangi bir kitabını almak. Bence ben iyi bir okuyucu da değilim zaten, ne istiyorum bilmiyorum.
    Bu inanılmaz manasız yorumu bırakıp kuru temizlemeciye gidiyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Zaten bence bazı kitaplar hatırlanmamak için, bu kitabın sorunu, bizim değil. Ben de tırt okuyucu olduğumu düşünüyorum ama bu mühim değil, önemli olan keyif almam.

      Sil

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;