13 Mart 2016 Pazar

bahar geldi vuhuu ve ne okudum ve ne izledim

Galiba güneş enerjisi ile çalışıyorum. Gerçekten. Güneş görmek daha çok içmek, daha çok gezmek, daha çok para harcamak (maalesef), daha çok hareket etmek ihtiyacı yaratıyor bende. Bu yüzden geçtiğimiz günlerde Mert'i zorla Kentpark'a sürükledim, hamburger yedik ve sinemaya girdik. Sinema demişken bu yazıya izlediğim filmleri de dahil edeyim de iyice dallanıp budaklansın, hay lanet! BENİ ZORLA DEADPOOL'A SÜRÜKLEDİ :( .

Burada bir es veriyorum ve filme geçiyorum. Deadpool, eveth. Ben Marvel karakterlerine çok uzağım, çok. Deadpool'un bir Marvel karakteri olduğunu da Mert'ten öyle duyduğum için biliyorum, öyle düşünün. Aksiyon ve daha çok aksiyon ve daha çok aksiyon dolu filmlerden çoook sıkılıyorum. Batman'in yalnız bir filmini izledim. Superman hiç izlemedim, Spiderman o bön oğlanın oynadığı üçleme ve diğer oğlanın ve sarışın kızın oynadığı serinin bir filmi ile hafızamda yer alıyor. Sanırım sevmiyorum. Ama Mert'i kıramadım çünkü benden bunu istemeye çok hakkı vardı.

Zaten hepiniz biliyorsunuz muhtemelen, Wade Wilson, kopuk bir abimiz. Eski bir asker. Hayatı çok tıkırındayken, hayatının aşkını bulmuşken, tatmin edici bir seks hayatı varken, yani yaşamak ve yaşamdan keyif almak için tüm koşullar sağlanmışken kanser olduğunu öğreniyor ve sevdiceğine ve kimselere haber vermeden deneysel bir tedaviye başlıyor. Ancak amaç kanseri tedavi etmek değil bu tedavi merkezinde. İnsanları süper kahramanlara dönüştürmek ve daha sonra onları belirli çıkarlar doğrultusunda kullanmak. Bunun yan etkisi olarak eh, kanseri de tedavi etmiş oluyorlar. Bahsedilen merkezde (çok izbe bir yer) işte insanları mutasyona uğratmak için mutant genleri aktive edecek çeşitli ilaçlar veriyorlar ve inanılmaz bir baskıya maruz bırakıyorlar. Wade kanserden kurtulsa da derisinde meydana gelen deformasyon yüzünden ucubeye dönüşüyor ve tek amacı da kendisine bunu yapanlardan intikam almak oluyor.

Güzel bir anti-kahraman olabilirmiş. Ama bence değil. Belki insafsızlık ediyorum ama filmdeki bel altı esprileri Recep İvedik kıvamında, onun  ukalalığını ve hazırcevaplığını da abartılı ve sevimsiz buldum. Dolayısıyla pek sevmedim, herkesler çok sevmiş. Yönetmen Tim Miller, 2016 yapımı film, imdb puanı 8.6.

 Bütün bunlardan sonra kendimize çeşitli alkollü içecekler aldık ve eve geldik ve sonra sarhoş olduk. Şimdi hiç hatırlamadığım muhabbetler döndü, çoğunlukla da edebiyat üzerineydi galiba. Ertesi gün ben iyiydim ama Mert oldukça kötüydü, sanırım iki kez kustu. Anlayacağınız götü başı dağıttık. Biraz yakınlaştık ama bu dostça bir yakınlıktı. Aşk ve çeşitli yiyişmeler ve cinsellikler barındırmıyordu.

Normal koşullarda bu kadar sosyalleşme, bu kadar alkol beni bir ay koltuğuma hapsetmeliydi ama etmedi, çünkü bahar geldi! BAHAR GELDİ!

Dün çok neşeliydim, hazır neşeliyken kalan içkilerle bir daha sarhoş olmaya karar verdim ama dedim bu ne saçma bir karar, ne yapıyorum ben. Modum da düştü zaten. Hava çok güzelken evde oturup içmek saçma bir şey sonuçta bu yüzden Mert'e dışarı çıkmayı teklif ettim. Ama reddetti beni. Bunun üzerine Ebru'yu sıkıştırdım, o da reddetti. Sonra şöyle şeyler oldu:

Ve triplerime ve ısrarlarıma daha fazla kayıtsız kalamayan Ebru benimle dışarı çıkmayı kabul etti. Ve ben bir yerlerimi deldirmek istediğim (neremi deldirmek istediğimi bilmediğim halde) için bildiğim tek dövmeciye gitmeye karar verdik.(Yolda bir kaç genç öğrenci bizi durdurup Down sendromu konusunda röportaj yapmak istediler, kamu spotu falan hazırlıyorlarmış sanırım. Yarabbim öyle utandım ki, yumruklarımı yanaklarımın yanında birleştirip yok olmayı bekledim. Bir dönem boyunca bunun dersini aldım yahu ben ve şaşıracaksınız ama o derslere gitmiştim! Ama aklıma HİÇBİR ŞEY gelmedi. Umarım çok yanlış ve saçma şeyler söylememişimdir çok rezillik aman allahım!) Bu esnada Ebru burnunu deldirmeye karar verdi, ben bir yerimi deldirmekten caydım. Yarabbim hafta sonu ne kadar kalabalık oluyormuş orası eööh.

Bir kız (kız diyorum ama çok genç göstermesine rağmen sanırım evli barklı koca bir kadındı o) 16 yaşından beri dövme yaptırmak istiyormuş ve çekiniyormuş ve sonunda cesaretini toplamayı başarmış. Çok tatlı biriydi. Ebru bir pirsing seçti burnuna krem sürdüler, onu beklerken ben tekrar karar değiştirip (eveth son üç senedir hayatım hep böyle) dudağımı deldirmeye karar verdim. Sonuçta şöyle şeyler oldu:
Yine gönlüme göre bir pirsing bulamadım, bu toplu pirsinglerden nefret ediyorum. Dudağın kenarındaki boncuk gibi olan halka olmayan pirsinglerden daha çok nefret ediyorum ve (genellikle olduğu gibi) nefret ettiğim ve daha az nefret ettiğim şey arasında bir seçim yapmak durumunda kaldım. Pişman değilim galiba. Kötü görünüp görünmediği ile ilgili fikrim her üç dakikada bir değişiyor.

Önce beni deldiler, bu esnada Ebru'nun gözleri yerinden çıktı. Her an cayabilir dursa da caymadı. "Senin canın daha çok acıyacak" demedim eheheh. Ama şunu söyleyebilirim ki, burun dudaktan daha çok acıyormuş. Ama hiç biri o kadar da çok acımıyor.

Çıkınca acıktığım için (bu aralar deliler gibi yemek yiyorum) hamburger yemeye gittik, Ebru kilo vermeye çalıştığı için yemedi. Orada biraz dedikodu yaptık ve Ebru'ya daha az kalorili bir şey bulma umuduyla yollara düştük. Leman Kültür'e girdik sonunda ve buradan Leman Kültür'deki çok tatlı garsona selam gönderiyorum. Ebru makarna yedi -ki bence de bu tutarsız bir karardı- ben bir bira içtim ve daha çok dedikodu yaptık.

Bu esnada kamptan bir arkadaştan (Selami) çok içten çok tatlı bir mesaj aldım ve mutlu oldum. Çok tatlı garson kül tablamızı alıp geri getirmeyince, bulduğumuz bir parça kağıt üzerine küllerimizi silktik ve geri geldiğinde "Neden kül tablamızı kaçırdın?" diye sordum. "Sen böyle tatlı tepkiler ver diye" dedi. DÜN ÇOKÇA ŞIMARDIM ÇÜNKÜ HAK EDİYORUM VE ÇOK TATLIYIM.

Sonra da kalkıp eve döndük.

Bizim okuldan bir çocuk beni feysten eklemiş, benimle çay, kahve bir şey içmek istiyormuş. "Olur kampüse gelince içeriz" dedim ve sanırım bir buçuk iki haftadır çocuğu oyalıyorum zira kampüse gitmiyorum. Acaba bu gün "Hadi çıkalım!" mı desem dün geri çevirdim çünkü yine... Kampüse uğramıyorsam bu benim suçum değil ve vallahi yeni biriyle tanışmaya çok üşeniyorum. Hadi bir muhabbetimiz olsa bir şey olsa ve güzel zaman geçireceğimize emin olsam kalkıp gideyim ama buradan Kızılay'a gitmek yaklaşık 1,5 saat sürebiliyor aman, ben ne yapayım...

İki üç beş filmden (sabrım ne kadarına yeterse) bahsedip gideceğim, ne kadar uzun yazdım heöövf. Ama hazır çenem düşmüşken yazacağım çünkü az sonra çökebilirim yine, bakın tuvalete bile gitmiyorum bu ihtimal yüzünden.

The Lion King! Filmi 22 yaşında izlememe ne diyorsunuz? Bana kalırsa çok içli bir animasyon filmiymiş. Bazı replikleri bir köşeye not edesim bile geldi ama sonra çok üşendim. Biraz da ağlar gibi oldum. Ama bunu bir daha izleyip size daha detaylı anlatacağım öyle bir şey var kafamda. O yüzden sadece şuraya not düşüyorum, ne izlemişim başlığı altında. Film 1994 yapımı, yönetmenler Roger Allers ve Rob Minkoff. Imdb puanı 8.5.
Mary and Max... Filmi yüzyıllar önce Adana'da izledim öeeh. Stop motion filmleri bazen çok seviyorum, bazen çok bayıyor beni. Bu film iki kategoriye de giriyor. Zaman zaman çok kasvetli, çoğu zaman durağan bir film bana sorarsanız. Mary'nin rastgele bir adrese (Max'e) mektup göndermesi ile başlıyor hikâye. Mary kendisiyle, görünüşüyle ve benliğiyle ilgili sorunları olan, hep olagelmiş bir kız. Alkolik bir annesi, ilgisiz ve asosyal bir babası var ve Mary çoğu zaman kendisini görünmez ve değersiz hissediyor. Max ise sürekli sağlıksız abur cuburlar tüketen bir obez, film ilerledikçe öğreniyoruz ki aynı zamanda Asperger sendromundan muzdarip bir garip adamcağız. Başına türlü türlü iş geliyor ve o hem dünyayı hem insanları anlamlandırmakta çok zorlanıyor. Ve onların inişli çıkışlı yaşamlarına ve arkadaşlıklarına tanım oluyoruz. Aslında güzel bir animasyon ama dediğim gibi çoooook kasvetli, bir daha izlemek istemem galiba.
Film 2009 yapımı. Yönetmen Adam Elliot, imdb puanı 8.2.
Filmin sinematografisi hakkında bir sürü eleştiri okudum, hepsini göz ardı edip kendi hislerimden ve düşüncelerimden bahsediyorum çünkü zaten bu kişisel listem ve çünkü kimseye sinemadan anladığımı idda etmedim.

Galiba 14 yaşımdan beri filmin ismini sağda solda duyuyordum. Hiçbir zaman açıp izlemedim, neden bilmiyorum. Geçenlerde Koray açtı ve birlikte izledik ve ağğh. İşte böyle filmleri çok seviyorum. Çok sakin, çok durağan.  Yani şimdi size ne anlatabilirim. Isınmak için araba çalan, tavuskuşlarını gezdirmek için araba çalan, hafif yarım akıllı kılıkla, kimsenin görmediği, görenin tepeden baktığı bir karakter var: Mahsun. Neden sokaklardadır, neden bu hale gelmiştir hiçbir zaman öğrenemiyoruz.

Tüm gününü kendisine uyuşturucu zerk ederek ve sigara içerek bir kahvede geçiren ve hayatını fahişelik yaparak kazanan bir kadın var ve neden bu hale gelmiştir hiçbir zaman öğrenemiyoruz.

Yeryüzünde onca kadın varken Mahsun neden bu kadına aşık olmuştur hiçbir zaman öğrenemiyoruz. Bu insanlar gerçekte biz fark etmeden yanımızdan nasıl geçip gidiyorsa, filmde de böyle oluyor işte. Ama arkadaşlar güzeldir.*

Film 1996 yağımı, yönetmen Derviş Zaim, imdb puanı 7.9.

Canınız çok mu sıkıldı? Kafanızdaki tilkilerin hangisi nerede ne yapıyor belli değil mi? Kafanızı dağıtmak ve hayli boş bir şeyler mi izlemek istiyorsunuz? Bu filmi izleyebilirsiniz. Pek bir mesaj vermeyen, güzel kızlar ve yakışıklı oğlanlar görebileceğiniz, çooook sıradan bir gençlik filmi. Ama kendinizle bir türlü barışamıyorsanız da izlemeyin çünkü Julia Stiles çooook güzel, çok ışıl ışıl. Film 1999 yapımı, yönetmen Gil Junger ve imdb puanı 7.2.

Ayh ne kadar çok konuştum, bu kadar yeter. Bu gün de Stalker'ı izleyeceğiz ve izleyici etiği'nde onu konuşacağız. Mert hayli depresif, benimle derse gelecek mi hiçbir fikrim yok.

Mart ayı boyunca -şimdilik- yalnız iki kitap okuyabildim. Biri "Canım Aliye, Ruhum Filiz." Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sını ve Kuyucaklı Yusuf'unu okudum daha önce ve bu iki kitap beni öyle aman aman etkilemedi. O yüzden Sabahattin Ali hayatımda pek bir yer kaplamıyor. Ama kimseler bana mektup yazmayınca ben de birilerinin başka birilerine yazdığı mektupları okuyayım dedim ve çok duygulandım. Çok temiz, çok naif bir sevgi duyuyormuş karısına, helal olsun.

Okuduğum diğer kitap Karpuz Şekerinde, yine Brautigan'dan. Herifi çok sevdim, kitapları çok kolay okunuyor. Bir yandan anlattığı hiçbir şey yok gibi ama bir yandan çok içli buluyorum. Bunu yazabilirsem yazacağım zaten.

Bu iki kitabı ve başka birkaç kitabı kitap takası ile ele geçirdim ve ukitap nefis bir site. Özellikle sevdiğim yazarların (Brautigan'ın iki kitabı öyle geçti elime) kitapları böyle ikinci, üçüncü, beşinci el olarak karşıma çıkınca çok mutlu oluyorum.

Durumlar böyle. Şimdi içinde bolca "ben bir kadınım, kendimi bir yere kadar savunabilirim, erkeğim bana sahip çıkmalı" ve "o egolarını indir öyle bir konuşalım" gibi cümlelerin geçtiği Kısmetse Olur'a dönmek istiyorum. Sizleri seviyorum :*

2 yorum:

  1. Ne güzel yazı olmuş, bayıldım.

    The Lion King çocukluğum için büyük bir şok yaşatan bir filmdi, görünce hüzünlendim yine:p Bu arada aşağıdaki listeden birkaç şarkı da nasiplendim, çok teşekkür ediyorum:))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğenmene sevindim. Ben bu yaşta izledim ama çok içliydi. Şarkılar için de rica ediyorum, keyifli dinlemeler :D

      Sil

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;